Söyleşi : Deniz Sessiz
Küskünler, 9 yıl aradan sonra Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlanan üçüncü çocuk romanınız. Basın sunumunda da belirtildiği üzere kitapta hukukçu kimliğinizin, avukatlık birikiminizin de yer aldığını görüyoruz. Bu ilk kez denediğiniz bir şey mi? Bu bilgilerin ışığında, kitabın yazılma sürecinde neler hissettirdiğini, nasıl bir mesafede durduğunuzu merak ediyorum…
Evet, bu kitaba dek hukukçu yanımı edebiyat uğraşımdan hep uzakta tuttum. Zaman zaman bana meslek hayatımdaki tanıklıklarımın edebiyat için yararlı olduğu söylendi ama en baştan itibaren bundan kaçındım. Bu, işin kolayına kaçmak olacaktı. Peki, diyeceksiniz, Küskünler’de neden bu tutumdan vazgeçtiniz? Bu romanı yazmaya başladığımda açıkçası olayların bir mahkeme oyununa dönüşmesi aklımda yoktu. Romanın kişileriyle beraber ben de nasıl bir çözüm olabilir diye düşünürken aklıma geldi. Son yıllarda yeğenlerimden ve birkaç arkadaşımın çocuklarından, okullarında muhtelif projeler gerçekleştirdiklerini duymuştum. Lisede değilse de üniversitede sanal mahkemelerde hukuk fakültesi öğrencilerinin mahkeme “sahnelediklerini” biliyordum. Romandaki dörtlünün de bunu yapabilecekleri aklıma gelince, meslekten gelen deneyimimle bu sahnelemenin bir benzerini kurguladım. Gerçek hayattakilere benzemesi için de bir avukat amcalarından yardım almalarını sağladım. Avukat amcanın da yanıldığı, şaşırdığı yerler oldu, bunu özellikle istedim. Gençlere mahkemeler şöyledir, böyledir gibi bir şeyleri öğretmekten çok, hak ve adalet kavramlarının hayata geçirilmesi sırasında nelerin önemsendiğine bir parça dikkat çekmek istedim. Hukuk, sadece neler yapılacağı ya da yapılmayacağına dair kurallar bütününden ibaret değil, bu kuralların hayata geçirilmesinin biçimleri, yolları, yordamları var. Bunlar da hukuka dahil ve bunların ihlali de adaletin gerçekleşmesinin önünde büyük engeller yaratır.
Romanda okuru düşündürecek, gençleri ilginç tartışmalara davet eden önemli sorular var. “İki kişinin birbirine küsmesi yalnızca bu iki kişiyi mi etkiler?” sorusu bunlardan biri. Ana karakter Ferhat gibi büyüme evresindeki bir genç için bu sorunun ayrı bir önemi vardır elbette. İki kişinin küskünlüğü boyunca “etraftakiler”e neler olur?
İki kişi küsünce bu ikisi arasındaki bağ, ilişki, iletişim kesintiye uğrar. Bu tamam ama her ikisiyle bağı, diyaloğu olanların hayatında da kesintiler ortaya çıkar. Eskiden üçlü kurulan diyalog artık kurulamaz; bu bir eksiliktir. Küsmüş iki tanıdığımızdan biriyle konuşurken öbürüyle yaşadığımız bir şeyi anlatamayız, dolayısıyla bizim hayatımız iki kez daha kesintiye uğrar. Küskünler’in başkişisi Ferhat’ı düşünelim; babasına dedesiyle muhabbetini, dedesine babasıyla yaptıklarını anlatmak istese de anlatamayacağı için öbür ikisi kendisine küsmemiş de olsalar, hayatında eksilen bir şeyler olduğu çok açık.
Ayrıca küsmüş insan ister istemez gergindir, bir küslüğü sürdürmek zordur, yorucudur; dolayısıyla böyle biriyle girilen ilişkinin bir yönü sakattır. Sürekli gergin olan insanlar da bir anlamda hayata, hayatta bir şeylere küsmüştürler, kırgındırlar; bakış açıları bu kırgınlıktan etkilenmiş, yaşam sevinçleri bu küslük nedeniyle azalmıştır. Bu haller, çok iyi bilirsiniz, bulaşıcıdır. Yakın ilişkilerde bizi çok kolay etki altına alabilir. Bir bakmışız, biz de yorgunuz, kırgınız… Hele ki sorunuzda vurguladığınız gibi büyüme evresindeki bir genç için bu hayli önemli bir sorundur. Ferhat yine de şanslı sayılır, dedesi de babası da bu kertede olumsuzluk bulaştırmıyorlar ona, ama hepten etkisiz de değiller. İçe kapanıklığına neden olmamışlarsa bile, bu içten çıkma isteğini azaltmış, çıkış kapılarının önüne engeller koymuş olabilirler.
Roman, baba ve dedenin küsmesine odaklanmış gibi görünse de aslında merkezde muazzam bir arkadaş grubu var. Bir adalet mücadelesi başlatan ve uygulamaya koyan bir dörtlünün hikâyesini de okuyoruz. İlkgençlik yıllarının tatlı telaşları, gelgitleri, duygusal kıpırdanmalar… Önceki romanlarınıza da bakınca bu yaş grubunun dünyasına dair çok sahici gözlemleriniz olduğunu düşündüm. Hem bunun altında yatan nedeni hem de gençleri “adalet” gibi bir payda da buluşturma motivasyonunuzu sormak isterim.
Haklısınız, benim için de bu romanın esas ağırlık noktası arkadaş grubu. Kalkıştıkları iş, giriştikleri macera, hep birlikte bir soruna odaklanmalarının, bir çözüm aramalarının sonucu. Yani ikincil. Romana isim düşünürken bu yüzden mahkemeyi, adaleti vs. çağrıştıracak bir isim istemedim, böyle bir seçim romanın odağının kaymasına neden olurdu.
Bu yaşlardaki gençler hakkında bir hikâye anlatmanın benim için en hoş yanlarından biri o yaşlarıma, o yaşlardaki hallerime de dikkat kesilmeme neden olması. Ortaokul lise yıllarıma baktığımda hatırladığım en güzel şeyler arkadaşlıklarım. Bu yüzden çocuk romanım, Çantasızlar Kampı’nda ve gençlik romanım, Sınıfın Yenisi’nde arkadaşlık ön plandaydı, Küskünler’de de öyle oldu. Bu yaşlarda arkadaşlık kurmak hem çok kolaydır hem zorludur. Daha küçük yaştaki çocukları yan yana koyduğunuzda bir bakarsınız oynamaya başlamışlar. Oysa Ferhatların yaşındayken bu pek kolay değildir, Sınıfın Yenisi’nde bu öndeydi, bu zorluk. Emre’yle Arda’nın arkadaşlıklarının nasıl başladığı, ne gibi sorunları atlatarak “iyi arkadaş” oldukları… Küskünler’de bu kez Gül ve Zeynep de var. Ferhat’la Akın’ı halihazırda iyi arkadaş olmuşlarken tanıyoruz, ancak öbür ikisinin devreye girmesi, bir arkadaşlık grubunun ortaya çıkması hepten sorunsuz gerçekleşmiyor. Üstelik önceki yaşlarında hiç hissetmedikleri duygularıyla yüzleştikleri çağda bu gençler, bir başkasını duygu dünyalarının en merkezinde hissetmeye başladıkları yaştalar. Ferhat’ın hikâyesini kurgularken bu zorlu, çelişik, çatışmalı ama alabildiğine coşkulu yaş dönemini farklı yönleriyle görebileceğimiz bir dünya yaratmak istedim.
“Adalet paydası” bahsinde de şunu söyleyebilirim. Yetişme yaşlarındayken yeğenlerimin çok sık, “Ama haksızlık bu,” dediklerini duyardım. Her seferinde haksızlığa verdikleri tepki dikkatimi çekerdi, bir yandan da hak dediklerinin ne olduğunu sezmeye, anlamaya çalışırdım. İkiz oldukları için tam bir eşit muamele talep ediyorlardı yetişkinlerden. Birinin öbürüne yeğlenmesini haklı kılacak bir durum söz konusu olamazdı. Bunun salt ikiz kardeşlere özgü olduğunu zannetmiyorum. Sanırım kendilerini bilmeye başladıkları andan itibaren çocuklarda eşitlik talebi ve bunun sonucunda bunu talep etme hakları olduğu bilinci ortaya çıkıp gelişiyor. Haksızlığı, adaletsizliği kabul etmiyorlar; bunu yetişkinlerden de birbirlerinden de talep ediyorlar. Bir yanıyla çekişmeye bir yanıyla dayanışmaya neden olabilecek bir hal olduğu kanısındayım bunun. Hikâyeyi bu çerçevede yürütmek; arkadaşlık, bir arkadaşlık grubunda olmak ya da birlikte bir şeyler yapmak, birlikte bir şeyler yaptıkça daha yakın bağlar kurmak gibi konularda verimli alanlar açacakmış gibi göründü bana.
Arkadaşlık özünde bir başkasıyla birlikte bir şeyler yapmaktır. Bu, küsleri barıştırmak gibi “ulvi” bir şey de olabilir, bir duvara tüneyip beraber çekirdek içlemek de… Yahut hiç konuşmadan ya da hiç susmadan aynı plağı kerelerce dinlemek de… Aslında hepsi birden. Güçlü arkadaşlık, bunların hepsi birlikte yaşandıkça kurulur, gelişir. Nitekim bu dörtlünün yakınlığı bir yandan bir sorunu çözmeye çalışırlarken, bir yandan da plak dinler, havadan sudan sohbet ederlerken artıyor. Yaşadıkları ortak hüsran, hezimet bile onları daha yakın kılıyor, çünkü bunu birlikte hissettiklerini biliyorlar.
Akın ve Ferhat, birbirinden olağanca zıt karakterlere sahip ama birlikte yürümeyi seven bir ikili. Ferhat ne kadar kuşkucu ve pesimist bir gençse Akın da bir o kadar tersi; patavatsız, esprili, kendine güvenen, sosyal iletişimi kuvvetli biri. Aslında Ferhat’ın da esprili bir yanı var ama daha naif ve çekingen oluşundan dolayı bunu dışarı yansıtamıyor. Romanın temposunu bu iki arkadaş belirliyor gibi. Böylesi zıt arkadaşlıklar, dostluklar nasıl yürür, nasıl yaşatılır? Mesela üniversite yıllarında bu ikilinin arkadaşlığı devam eder mi sizce?
“Zıt” karakterler yerine “farklı” karakterler deme yanlısıyım. Bir yandan da haklısınız, aralarındaki farklılıklar zıtlık noktasına varabiliyor. Yine de arkadaşlığın bize yetişme çağlarımızda şu nedenle olağanüstü cazip geldiğini zannediyorum: Karşımızdaki hem bir benzerimizdir hem de bizden çok farklı biridir. Bir yandan bizi olumlar, bir yandan eksik yanlarımızı duyurur. Kimi zaman çatışmalı ve gergin olması da bu yüzdendir arkadaşlıkların. Bir arkadaşlığın ilerlemesi kişinin bir başkasını, kendisinden farklı birini çok yakından, neredeyse içeriden tanımasını sağlar. Bu, insanı o yaşlarda kıstırılıp kaldığını zannettiği kendi içinden çıkarır, dünyaya açar; insan dünyayla yeniden, bu kez de arkadaşının gözünden karşılaşır. Aynı zamanda arkadaşımızın bir benzerimiz olması içimizde olan bitenleri başkalarına nazaran daha rahat açabilmemize imkân verir. Bu da değindiğim kıstırılmışlık duygusundan bir başka çıkıştır. Öte yandan yakın arkadaşımızın attığı fiske o türküdeki gibi daha yaralayıcı da olabilir. Ona karşı daha hassasızdır, alınganızdır. Bizi bir tek onun anladığını düşündüğümüz sıralarda onun olağan bir davranışı bize devasa bir anlayışsızlık olarak görünebilir. Farklılıklarımızı tam olarak kabullenmiş de değilizdir üstelik. Dolayısıyla çatışmamak imkânsızdır.
Arkadaşımız, yakın arkadaşımız bize bir anlamda ayna tutar; iç dünyamızda tam olarak bilemediğimiz bir şeyler olup bitiyordur, anlam veremiyoruzdur, bunların benzerlerinin onda da olduğunu gördükçe hem rahatlarız, o denli ucube olmadığımızı anlarız; hem de biraz daha dışarıdan bakarak daha net görmeye başlarız, kendi içimizde kopan fırtınaları da ondakileri de.
Bu farklıkların cazip bir yanı daha var. Arkadaşlıklar ilerleyip güçlendiğinde insan kendisini daha bir tamamlanmış hissedebilir. Bizim daha güdük yanlarımız, bu yönü daha güçlü arkadaşımızla ilişkimizde gelişip serpilebiliyor. Hiç kuşkusuz çatışmalar da yaşanıyor, bunu da bilmek, kabul etmek lazım. Özellikle rekabetçiliğin kışkırtıldığı zeminlerde zıtlıkları, farklılıkları olumlu sonuçlara ulaştırmak daha zor. Uzaktan ve dışarıdan gözlediğim bir şey var: Rekabetçilik benim o yaşlarda olduğum zamanlara göre daha çok kışkırtılıp özendiriliyor; umarım yanılıyorumdur.
Farklılığın neden olduğu çekişmelerin, itişmelerin dayanışmaya mâni olmaması lazım. Böyle olduğunda bir süre beraber yürünse bile sonrasında yollar bir daha kesişmemek üzere ayrılabilir. Ben Ferhat’la Akın’dan yana umutluyum; bunun bir nedeni Gül ve Zeynep’in de katıldığı küsleri barıştırma çabaları, onlardaki dayanışma duygusunu, birlikte bir iş görme, beraber zaman geçirme iştahını hayli perçinlemiş olsa gerektir. Arkadaşlıklarının sağlamlığının bir nedeni de mizah duyarlıkları. Alaycı yanları kimi zaman sarkastik haller alsa da kendileriyle dalga geçmeyi de iyi biliyorlar. Bu, kendilerine sımsıkı sarılmalarına engel olacaktır. Karşılarındakinin yerinde olmayı da becerebiliyorlar sanki. Acımasız değiller bu sayede. Arkadaşlıkları devam eder bence, aynı bölümde okumayacakları kesin; belki aynı şehirde, hatta aynı ülkede bile yaşamayabilirler, ama aralarındaki sıkı bağ yıllar geçse de gevşemez.
Söyleşimizi, savcı rolündeki Gül’ün konuşmasının giriş cümlesiyle bitirmek ve bu cümlenin devamını sizden bir yorumla almak isterim. “Çocukların birçok hakları vardır…”
Çocukların birçok hakları vardır. Bunun en başında da haklarını öğrenmek gelir. Onlara haklarını anlatmak, ama aynı zamanda bu hakların başkalarının, kendilerine benzeyen ya benzemeyen herkesin de hakları olduğunu öğretmek ve çocukların haklarını gözetmek de yetişkinlerin öncelikli ödevidir.