Bir yaranın izinde | Müge Karahan

2 hafta önce 5

Korkak bir ev/apartman çocuğu olarak geçen temkinli çocukluk yıllarımda ciddi bir sakatlık ya da can acısı yaşamadım belki ama çok kolay yaralanabileceğimizi ya da zaten yaralı olduğumuzu da zamanında kavrayamadım. Ürkek çocuk yıllarımda dışarıda yapılan her aktiviteyi çok geç öğrendiğimi ve hayvanlardan korktuğumu çok iyi hatırlıyorum. En net hatırladığım düşme vakamı da, eve daha büyük bir Beldesan bisiklet alınınca boşa çıkan Hüdaverdi marka iki tekerlekliyi sürmeyi denerken yaşadım. Ki çok çocukça, pek can yakmayan ama nedense afallatan bir olaydı, “nedense” diyorum ama aslında düşünce afallarız çoğunlukla.

Çoğu insanın çocukluk anıları arasında benimkinden çok daha ciddi düşme, tuhaf şekillerde yaralanma, beklenmedik şekillerde sakatlanma hikâyeleri vardır. 

Biber ve Ben adlı minik kitapta da küçük bir kızın düşme hikâyesi anlatılıyor.  Dizini yaraladıktan sonra geçen günlerinde bu yarayı tanıyışını, kabullenişini ve onunla dost oluşunu izliyoruz, gerçekten de okumanın yanı sıra kitabın çizimleri de bize hikâyeyi yaşatacak denli sade ve güçlü.

Düşmenin de hikâyesi nasıl olacakmış canım, diyebilirsiniz belki. Çünkü çocuklara düşme ihtimallerinden tatlı bir hikâye içinde bahsedilmesi alışılmışın dışında bir durum. Çocukken kimse bize, bir çocuğun anlayacağı şekilde, düşüp yaralanabileceğimizi anlatmadı, en azından kendi adıma ben hatırlamıyorum. Evet çocukların düşme tehlikesine karşı sıklıkla uyarıldıklarını biliyoruz, o yüzden de muhtemelen birçoğumuzun zihinlerinde, “Aman düşersin” ya da “Sakın düşme” şeklindeki korkutucu uyarılardan başka bir şey kalmamış olsa gerek. Çocuklara düşmenin bir noktada kaçınılmaz ve aslında normal olduğu anlatılmıyor, yaralarımızla barışık olmamız, can acısının ve yaraların gelip geçici olduğu bize söylenmediği gibi bugünkü çocuklara da gereğince anlatıldığından şüpheliyim. “Koşma düşersin, atlama düşersin, sarkma düşersin, basamakları dikkatli in düşersin.” İşte bu yüzden çocukluk günleri bazen oyunların tadına bile varamadan geçip gidiyor. Oysa mümkün olduğunca erken bir yaşta, düşüp yara alabileceğimizin farkında olursak; her şeyden bir çıkış bulunabileceğini, başımıza gelen felaketlerin neden olduğu yeni koşullara da alışabileceğimizi, sakatlansak dahi belli baş etme yollarının olabileceğini ne kadar erken öğrenirsek hayattan ve gelecekten daha az korkarız. Özgürlükten güç alarak adımlarımızı atar, yola kendimizden emin çıkarız. Hayatta her şeyin geçici olduğu fikrinden cesaret buluruz. Hatta günlerin, evet bazen izler bırakarak geçip gittiğini ama bütün bu izlerin de bizi biz yaptığını ve bu geçip giden günlerin yaşamın ta kendisi olduğunu idrak ederiz.

İşte Biber ve Ben’deki hikâye, çocuklara hem izlere dair bir şeyler anlatıyor hem de başlarına gelebilecek, hoşlanmadıkları şeylere dair onlara fikir ve cesaret veriyor. Metinle görsellerin uyumu ağaçtaki vişnelerin tadını, anneanne mutfağındaki kokuları, kırlardaki gelinciklerin canlılığını yani hayatın ta kendisini hatırlamak anlamında yetişkin okurlar için de güzel bir imkân, kısacık bir mola.

“Dün düştüm…”

Biber ve Ben’in kahramanı küçük kızın yolda yürürken düşmesinin hikâyesini bizzat onun ağzından dinliyoruz, hikâyesine başlarken ilk sözü tüm samimiyet ve sadeliğiyle şu oluyor:  “Dün düştüm. …. acıdı. Bebekler gibi ağladım.” Bacağından damlayan kanın adını bile zor anarken içinde bulunduğu durumu da yine kan yüzünden korku filmine benzetiyor. “Daha önce hiç bu kadarını görmemiş”. Babası, küçük kıza pansuman yapıyor ve yakında yaranın güzel bir kabuk bağlayacağını söylüyor. Gerçekten de dizindeki yara kabuk bağlıyor ama kahramanımıza göre hiç de güzel değil.  Başka çocukların da tuhaf yerlerinde kabuk bağlayan yaralar görmüş ama elbette ki “onunki en kötüsü”. Bizimki kabuğun sonsuza dek onunla kalacağını düşünürken, annesi ve babası yarasıyla ilgilenip bunun birkaç güne geçeceğini söylüyorlar.  Ancak geçip giden günlere rağmen kabuk dizinde öylece durup küçük kızla bakışıyor sanki.  

Sonunda minik kahramanımız her yere peşinden gelen, dünyadaki benzerleri arasında en kötüsü olduğuna inandığı kabuğuna, bir gün birlikte yaşama hayalini kurduğu köpeğine vermeyi tasarladığı Biber ismini koyuyor. İsim de konduktan sonra sıra elbette karşılıklı sohbete geliyor. Yara, küçük kızla konuşmaya başlıyor, bizimki yaranın kaybolmasını istediğini açıkça belli edince yarası ona, “Beklemen gerekecek,” diyor ve bir süre daha hiçbir yere kaybolmuyor. Yaranın geçmesi için biraz daha sabır gerekiyor. Şehir dışındaki anneannesiyle dedesini ziyarete gittiğinde dizindeki kabuk bağlamış yara (bir ismi olduğuna göre biz de Biber diyelim) küçük kızı oraya kadar da takip ediyor. Anneannesi ve dedesiyse Biber’i fark etmiyor bile. Kızın da “geçmiş olsun” beklentisi yok zaten ama kendisinin en önemli gündemi yarası olduğu için durum dikkatini çekse de nedenini de hemen kavrıyor: “Uzun mu uzun hayatları boyunca pek çok yara kabuğu gördükleri için herhalde,” diye akıl yürütüyor küçük bilge, sanki yarası onu olgunlaştırmış gibi…

Kitabın muhteşem çizimleri, biz okurları bu kez de kırsaldaki anneanneyle dedenin evine sokuyor;  evin içimize mutluluk veren mutfağında, kırlarda, ağaç altlarında günler geçiriyoruz minik kahramanımızla ve tabii ki eşlikçisi Biber’le birlikte. Günler böylece geçip giderken bizim ufaklık ona iyice alışıyor, sohbeti de koyultuyor: “Bazı günler sıkıcıydı ve bitmek bilmiyordu. Kendimi yapayalnız hissediyordum. Sonra, pek düşünmeden, Biber’e hikâyeler anlatmaya başladım. Ormanda kaybolduğum günü anlattım mesela…”

Nihayet bir sabah uyandığında Biber’in gittiğini –bu sefer de onun düştüğünü– fark ediyor. Habersiz gitmesine şaşıran küçük kız yarasının kabuğunu yatağında bulduğunda alıp nazikçe gelinciklerin arasına bırakıyor. Günler yine günleri kovalıyor, bizim minik kahramanımızın hayatında, sabrın sonunda hayallerimize kavuşabileceğimizi gösteren tatlı yenilikler gerçekleşiyor. Küçük bilge sabra dair bildiklerini de Biber’li günlerde öğrendi esas olarak. Kitaptaki son resim bütün bu düşme hikâyesinin küçük kıza kattıklarını gösteriyor sanki ve kızın derslikteki pencereden dışarıyı izleyen görüntüsü bizi de kalbimizden vuruyor: Biliyoruz ki günler kendine has olaylarla geçip gider, ve bu olaylar yolumuzu seçerken bizim kılavuzumuz olur.  İşte, çoktan gitmiş olsa da Biber’in yerinde parlak bir iz var artık. Hikâyenin kahramanına düşüp bebekler gibi ağladığı günü, anneannesiyle dedesinin evinde geçirdiği zamanların kokularını hatırlatan bir iz. 

Yazının Tamamını Oku