Bir zaman tüneli: Kehribar Geçidi | Esrin Güvenç

1 hafta önce 4

Nazan Bekiroğlu Nar Ağacı ve Mücella adlı romanlarında kahramanlarını yakın tarihten seçmişti. Ev içi tasvirleri, kadın ruh analizleri ve aşka bakışı ile geniş bir okur kitlesine ulaşmıştı. Bekiroğlu son romanı olan Kehribar Geçidi’nde bizi M.S.300’lü yıllarda Roma’ya götürüyor. Altı yüz altı sayfalık bir romanın aşina olmadığımız bir zamanda ve mekânda geçiyor olması yazarın epey araştırma yaptığının delili. Bunu Forum’un, Colosseum’un, Senato’nun, Tiber Irmağı’nın, Şifa Tapınağı’nın tasvirlerinden anlıyorsunuz.

Kadın yazarların en iyi tarafı kadın karakterlerin maddeye, doğaya, olaylara bakışını kadınca yansıtmaları. Kadın yazarın kadını anlatması biraz daha kolaydır. Kehribar Geçidi’nde ise yedi adam ve bir köpek var. Bu yedi karakter ırmağın kolları gibi farklı coğrafyalardan farklı mesleklerden geliyor.

Yazıcı Köle Simonides, okuryazar bir köle. Evin küçük hanımına Sabina’ya aşık. Köle ve soylular arasındaki kast malum. Kavuşma ümidi yok. Senatoyu ve iktidarı Simon’un gözünden görüyoruz. Kağıtları, parşömenleri, ruloları, kodexe geçişi, Antik Dönem filozoflarını eğitimli bir kölenin açısından okuyoruz.

Yaşlı gezgin Al-Mina, Asi Nehri kenarından dünyayı tanımak için çıkmış, aşkı güzellik sanmış biri. Aşk için katı kuralları olan bir çöl kabilesi ile yaşamış. İşlediği bir günah yüzünden kendini yollara, denizlere vurmuş bir gezgin. Bizlere İslam’dan evvel Arap Yarımadası’ndaki barbarlıkları anlatıyor. Çöle diri diri gömülen kız çocuklarını içimiz sızlayarak okuyoruz. Aşkın sadece güzelliğe değil doğruya da ihtiyacı olduğunu Al-Mina ile idrak ediyoruz.

Gölgesi bile güçlü görünen barbar Yüzbaşı Geta. On üç gladyatörü yenerek özgürlüğünü kazanmış yaralı bir adam. Fakat çiftçi olmayı düşünemediği için Colosseum’ a bağlı. Roma halkının kana susayan iştahını coşturmak için hamile bir ceylan, su aygırı, aç aslanlar yetmiyor. Birbirini seven iki kardeşin kılıçla savaşı sahneleniyor. Ne bir ruh itiraz ediyor bu vahşete. Ne bir beden ağlıyor, titriyor, öğürüyor. Tüm ölüş şekilleri ölümlü Romalılara haz vermek için var.

Genç, ufak tefek Tapınak Kandilcisi Feliks.Bizleri Roma’nın bağnazlığına, inanç sistemine götürüyor. Nasıralı peygamberi ananları, putlara kurban, tütsü adamayanları diri diri yakıyorlar. Kurulan infaz alanı öyle geniş öyle dehşetli ki ‘Rabbim birdir.’ demek Roma’nın cehenneminde yanmak demek.

Yakışıklı, lahit kopyacısı Efesli Linus: mermeri dantel gibi işleyen taş ustalarını temsil eder. Senatörün azatlı kölesi Vitalis ise Roma’nın kölelere bakışını eleştirir. Sonuncusu dağlar kadar heybetli, doğa kadar saf çoban Fazelis ve onun köpeği Kehribar.

Hz İsa’ya inanan, Roma’nın tanrılarına kurban kesmeyen, tütsü yakmayı reddeden bu insanların yolu bir mağarada düğümlenir. Kuran’da Ashabı Kehf olarak verilen inanan adamlar ve köpek kar soğuğunda sığındıkları bu mağarada bir ateş yakarlar. Dışarı çıkmak onlar için tehlikelidir. Her yerde aranan bu adamlar sıcak bir yaz gününe uyanır. Her şey değişmiştir. Bir onlar bir köpek bir de İmparator Diocletianus’un suretinin olduğu madeni para vardır. İçlerinden biri şehre indiğinde her şeyin değiştiğini fark eder. Kilise arşivcisi Sebastian’la tanışır. Hikayesini anlattığında tam 309 yıldır uyuduklarını anlar. Arkadaşlarına haber vermek için mağaraya geri döner. Bunun Allah’tan bir rahmet bir mucize olduğunu düşünürler. Yine de hepsi dün bıraktığı evini görme isteği duyar. Mağaradakiler şehre gidip sonra buluşmak üzere dağılır. O zaman taşın, zeytin ağacının, nehrin, mermerin, binaların dahi insandan uzun yaşadığını görürler. Hepsinin hayatında sevdiği, korktuğu, tanıdığı kim varsa gelip geçmiştir. Sadece tek Tanrı’nın ve İsa’nın adı kalmıştır.

Yedi adamın gözünden Roma’da üç asırda neler değişmiş tek tek betimlenir. Unutulan imparatorlar, yanan kütüphaneler, değişen sokaklar, bir kısmı yıkılan Colosseum, yanılan tarih ile büyük bir yüzleşme gerçekleşir.

Kilisenin anlattığı mucizeler, ayetler, azizler, azizeler Yedi Uyurlar’ın bildikleriyle çelişecektir. Roma’nın gerçeği artık kilisedir. Gezgin “Ama biz gerçeğe hep kendi aklımızla kendi şuurumuzla varmıştık.” diye itiraz edecek. Bakalım biz bilgi çağında(!) aklımızı kullanabilecek miyiz? Yoksa gerçeğin çoğunluğun, muktedir olanın elinde eğilip bükülmesini izleyecek miyiz?

Üç yüzyıl sonra torunlarını görmek nasıl bir his olmalı? Efesli Lahit Yontucusun Linus, kendi yonttuğu mavi mermerden lahiti ve torunlarını görüyor. Kimse onu hatırlamıyor. Oysa yonttuğu eseri el üstünde tutuluyor. Soyu ve eseri de onu hatırlatmaya yetmiyor.Ve insan unutandır. En iyisi iki üç göbek evvelinin adını hatırlıyor. Madem bu evler, saraylar, paralar, şanlar unutulmaya mahkûm insan ne için çabalamalı? Neye emek vermeli? Sevgiye mi?

Aşk: Âdem ve Havva’nın çocuklarına mirası. İmparator Diocletianus döneminde de üç asır sonrasında da aşk aynı: yakan, eriten, uyutmayan, acıtan… Acısı tüm yüzyıllarda kavuşamamaktan doğuyor. Yazıcı Köle Simon efendisi Hanımefendi Sabina’ya kavuşma ümidi olmadan yazdığı dizeleri üç asır sonra başka bir şairden duyuyor. Demek kelimeler, duygular değişmiyor. Aşıkların adı değişiyor sadece. Köleler ve soylular diye sınıflandırılırken insanlar zenginler ve yoksullar diye bir kast çıkıyor. Yine de bir şey farklı geliyor Yazıcı Köle Simonides’e yeni nesil aşıklar acısının dinmesini, sevgiliye kavuşmayı, rahat uyumayı istiyor. Oysa eski dünyada aşık kavuşmayı değil acısının ve aşkının artmasını dilerdi. Aşk da inanç gibi, gerçek gibi özünü yitiriyor.

Güç, yok etme güdüsü, kadına bakış tüm asırlarda aynı. İmparator Diocletianus zamanında saraylılara has olan mor kaftanlar artık kilisenin sahiplerinin üzerinde. Eskiden Şifa Tapınağı’na ‘Ele en iyi nasıl çarmıh çakılır?’ sorusunun cevabını almaya gelen cellatlar üç asır sonra cadılık suçlamasıyla masum kızları çarmıha gerip diri diri yakıyor. Adalet tüm yüzyıllarda çarpık. Kuyruğunu yutan bir yılan gibi zaman. Aynı hatalar, zulümler tüm coğrafyalarda, zamanlarda tekerrür ediyor. Piskopos açıkça uyarıyor gerçeğe akılla ulaşanları ‘Durgun suya taş atmayın.’

Seneca’yı, Cicero’yu çıkaran medeniyet Colosseum’u nasıl inşa eder? Daha ileri gitmesi gereken insanlık nasıl kendini tüketiyor. ‘Acaba hepimiz hala rüyada mıyız? Diyor Kandilci Feliks. Kıyamete kadar bu düzen böyle devam eder mi? Bilmiyoruz. Bildiklerimiz gerçeğe inananlara, doğruyu çarmıha karşı savunanlara mağaralardan bir zaman tüneli açılabileceği. Zaman aşırı yolcuğun hem mükafat hem imtihan olabileceği. Keyf Suresi’ni bize hatırlattığı için Nazan Bekiroğlu’na teşekkür ediyoruz.

Kitabın altını çizdiğimiz cümlelerinden biri ‘Gün gelir hissetmediğin acının da hesabı senden sorulur. Kalbimden sorumsuzum sanma.’ Havalar ısındı, kolay okunan tatil romanları vardır muhakkak. Gün gelir Kehf Suresi de bizden sorulur. Bekiroğlu’nun yorumuyla Roma tarihine, inancına, toplumuna bakmak; Yedi Uyuyanlar’ı anlamak kıymetli. İçinde bulunduğumuz zulüm, şatafat, ego çağı ile Roma’dan az değil. Rabbine, mağaraya, doğruya sığınanlara elbet bir Kehribar Geçidi açılacaktır.

Yazının Tamamını Oku