Söyleşi: Mehmet Hanifi
Erhan Sunar, post-modern romanlar yazıyor. Dili kullanma zenginliği ve yetkinliği ustalıklı ve dikkat çekici. Sadece dille yetinmiyor, romanın taşıması gereken unsurları bir orkestranın enstrümanları gibi incelikle romanına yerleştiriyor. Seçtiği meseleler bütün bir insanlığın bakıp düşüneceği türden ve romanla, okur dünyanın farklı bir ucuna yolculuğun kapısını aralıyor okuru. Dalgın ve düşünceli karakterler, düşünceli romancının dünyasının izdüşümünü taşırken, okura da keyifli bir okumanın sınırında yolculuğa çıkarıyor. Yazar, Gene de Ölmez İnsan romanında, okuru gerçeklikle kurgusallık arasında keskin bir sınırda tutarken, sürükleyiciliğiyle ‘suç klasiği olmaya aday. Bireyin varoluşsal arayışında yaşadığı yalnızlık ve çektiği acı, onu yabancılaşmanın eşiğine dolaştırır.
Kitap, Peter Weiss’in ‘Soruşturma’ eserinden alıntıladığınız epigrafla başlıyor. Bunu metinlerarası bir karşılaşma olarak mı nitelendirelim yoksa yazarı selamlama ritüeli mi diyelim biz buna?
Aslında romanımın ilk adı “Soruşturma” idi. Yayınevinin önerisiyle sonradan değiştirdim. Epigrafı kullanma amacım, hem küçük yazınsal bir oyun hem de romanda tahribat ve insanlık dışı yıkım boyutuna ancak çok az yer açabildiğim Nazi toplama kamplarına yönelik bir hatırlatmaydı. Ben o vahşet dolu sürece giden dönemi tasvir ettiğim için, açıkçası içimde hep bir huzursuzluk da vardı ve olup biten ne varsa tam da olduğu haliyle verebilmek için derin bir içgüdü taşıyordum.
Romanda tercih ettiğiniz dil ve anlatım dikkat çekici. Kusursuz bir dil, ritmini hiç düşürmeden akışını sürdürürken müziğini de duyumsuyoruz. Çağrışımları güçlü ve zengin dil, anlamını çoğaltan bir literatür şenliği sunuyor. Romanınızı kurarken bunca dil dikkatinden ve özeninden sonra, dilin, yazar açısından amaç mı araç mı olduğunu merak ediyorum.
Daha önceki, sözgelimi ilk romanlarım söz konusu olsaydı, dilin ve üslubun benim için bir amaç olduğunu belki söylerdim. Ama zaman içinde, dilden başka edebi gereçlerin de önemi olduğuna vardım. Tabii bu, dilin gene de araç veya görünmez olmasını gerektirmiyor. Her bir kişi ve çaldığı enstrüman aracılığıyla ve Bolero’ya yapısal yönden benzetme çabasıyla, romandaki dile bir miktar işlevsellik yüklediğimi itiraf ederim, ama gene de bir düzen duygusu ve yer yer güzellik veya lirizm arzusu da taşıyordum.
‘Gene de Ölmez İnsan’ romanında meşakkatli bir yolculuğa çıkmışsınız, buna okuru da ortak ediyorsunuz, onu dikkatli bir okumaya davet ediyorsunuz. Romanınızı okurken bu topraklardan uzaklaşıp Avrupa’nın o karanlık çağında buldum kendimi. Edebiyatınızı o coğrafyaya daha yakıştırıyorum. Romanda yaratığınız dünya ve gerçeklik kurgusal olmasına rağmen çok sahici. Kitaplarınızın hazırlık sürecini merak ediyorum. Neyi yazmaya, nasıl karar veriyorsunuz? Kitap fikri nasıl oluşuyor sizde?
Evet, romanın coğrafyası Avrupa. Henüz yayımlanmamış başka bir roman yazdım öncesinde ve oradan başlayarak aslında Batı diyeceğimiz dünyaya kısmen de olsa bir dikkat geliştirmeye yöneldiğimi gördüm. O romanda hikâyenin aldığı yön gereğiydi coğrafya değişikliği, ama ‘Gene De Ölmez İnsan’ bunun aksine coğrafyayı ya da mekânı sorgulatmıyor elbette. Önceden de hayattan veya gündelik hayattan ziyade kitaplar okuya okuya romanlar oluşturmak kendi romancılığım için belirleyici olmuştu, ama ilk defa çalışmanın neredeyse tümünü kitaplara, romanlara, belgesel ve filmlere, bazen resimlere, fotoğraflara dayandırmış oldum. Halen arkadaşlarım bana hayattan kopuk, sadece zihinlere dönük romanlar yazdığımı söylediklerinde hem hak verir hem de dert ederim.
Yaratımınızla edebiyat dünyasında kendinizi gösteriyorsunuz. Altıncı romanınız da sessiz sedasız dolaşıma girdi. Nazım Hikmet’i konu alan bir gençlik romanı ve Joyce Carol Oates’ten iki çeviri yaptınız. Gerek dijital ortamlarda, gerekse kültür sanat ve edebiyat dergilerinde, okuduğunuz kitap ve yazarlar hakkında edebiyatın sorunlarını değerlendiriyorsunuz ve tartışıyorsunuz. Sosyal medyaya pek ilgi göstermediğinizi gördüm. ‘Gene de Ölmez İnsan’ romanı ile bir önceki kitap arasındaki zaman dilimi yedi yıla dayanıyor. Bu sürenin bir edebiyatçının üretkenliği açısından uzun olduğuna katılır mısınız? Bu gecikmenin varsa başka bir nedeni ve gerekçesi, değinmek ister misiniz?
Önceki yayınevim Alakarga’dan sonra romanlar yazmayı sürdürdüm ama yeni bir yayıncı bulmakta zorluk çektim. Dolayısıyla aradan geçen bu yıllar tümüyle bir kayıp olmadı benim için. Elbette belirsizliklerle dolu bir süreçti (bir kısmına pandemi etkisi sızdı), yine de aklımdaki romanları istediğim biçimde yazmayı sürdürdüğümü söyleyebilirim. Dergilere veya Oggito’ya yazdıklarım dışında, tümüyle bağımsız bir deneme kitabını da, galiba romanlardan kısmen uzaklaşmak için, yine bu “uzun” süreçte yazmış oldum. Edebiyat üzerine kalem oynatmak, bir deneme yazmak, düşüncelerle olgular arasında hızla gidip gelmenize bir romandan daha çok imkân tanıdığı için, bazen bambaşka bir içgörü de kazandırabiliyor yazara.
Dünyası kalabalık romanlar yazıyorsunuz. Düşünceli okuru, dalgın ve düşünceli karakterlerle bir atmosferin içine çekiyorsunuz. Kurguda olup bitenler, karakterlerin zihninde gerçekleşiyor, bu zihin yer yer çarpıklaşabiliyor aynı zamanda. Romanlarınız iki hat üzerinde varoluşunu gerçekleştiriyor. Günlük ilişkilerin canlı, dinamik, şüpheci yanı, sanatla ve farklı bir disiplinle buluşunca zengin bir okuma olanağı ve deneyimi sunuyor okura. Yazar Erhan Sunar’ın, romanlarını kurgularken önceliği nedir? Bunu romanın unsurları yönünden soruyorum.
Karakterlerim, evet, kendi zihinlerine, kendi dünyalarına çok dönük olabiliyorlar. Bu romanda her biri özellikle bir meseleyi aydınlatmaya çalıştıkları için, yine de tek odak noktası kendileri değil. Anlatılan dünyanın işleyişinde, söz konusu zihinsel durumlarda bir tuhaflık varsa bile bunu kurgunun da oluşumu bakımından yeni bir olanağa çevirmeye çalışırım. Sözgelimi paranoyak bir karakter, şüpheci bir durum, sadece orada o haliyle kalmamalı ve yazar bundan okura da etki edecek daha genel bir algı ortamı çıkarabilmeli. Bir şeyden bahsetmek başka, o şeyin içsel doğasını vermek başkadır. Hayata veya zihinlerimize dair bilginin de roman boyunca hep bir oluşum halinde olmasına, dönüşmeye hazır olmasına dikkat ederim.
Diğer romanlarınızda olduğu gibi bu romanınızda da müzik sanatını işliyorsunuz. (Veda Oyunu: Tiyatro/Oyun, Geceden Önce: Resim, Ölüm ve Adam: Siyaset, Diğer Yarısı Fotoğrafçının El Kitabı: Fotoğraf) Cinayetle birlikte Ravel’in Bolero’sunun icrası için müzisyenleri canhıraş bir koşturmanın içinde görüyoruz. Geniş orkestrada her karakter bir enstrümanla yerini alıyor. Gerilimle birlikte Bolero’nun tınılarını hissediyoruz. Gene de Ölmez İnsan’ın müzikle ilişkisini merak ediyorum, tabiî ki diğer kitaplarınızla sanatın ve hayatın farklı disiplinleriyle kurduğu bağı da…
Sanatla genel anlamda ilgiliyim. Gündelik hayhuy içinde yaşamını sürdüren insanı tasvir edemediğimi, biraz daha düşünsel sorunlara sahip karakterler yarattığımı biliyorum. Benim için sanatın bu anlamda dalları sadece birer konu değil, aynı zamanda bir tefekkür imkânıdır. Aslında bunu kısmen içgüdüsel bir eğilimle yaptığımı düşünürüm bazen, yani hep bir şeyler okursunuz ve bu okuduklarınız yazdıklarınıza ışık tutmaya başlar. Romancılık için bir yönüyle alışıldık, hatta eskimeye yüz tutmuş bir çalışma biçimi.
‘Gene de Ölmez İnsan’ kitabında çok yönlü bir okuma yaptığınız gözden kaçmıyor. Bu noktada romanın kaynaklarını merak ediyorum. Yolunuz hangi yazarlarla ve kitaplarla kesişti? Okumanın dışında hangi yöntemler belirleyici oldu? Ben biraz da edebiyatçı alışkanlıklarınıza değinmenizi istesem, ne söylemek istersiniz? Çalışma biçimine özendiğiniz ve yakınlık kurduğunuz bir yazar var mı?
Nazi Almanya’sı ile ilgili epey roman ve inceleme kitabı okudum, bunların içinden bazılarını söylemek gerekirse: Saul Friedlander’in iki ciltlik anıtsal çalışması, Claude Lanzmann’ın Türkçede metni de yayınlanan Shoah belgeseli, Elie Wiesel ve Primo Levi gibi kamp tanıklarının önemli kayıtları, Imre Kertesz gibi, Anna Seghers gibi kimi yazarların romanları… Bu karanlık dönem hakkında çok büyük bir literatür oluşmuş durumda ve ulaşabildiğim neredeyse her kaynağa dikkat göstermeye çalıştım diyebilirim.
Yazar Erhan Sunar, hangi yazarları kendine yakın görüyor? Başucu kitapları var mı?
Her yeni roman için okuma güzergâhı değişebiliyor, yine de iyi ki değişmeyenler var. John Fowles, Ian McEwan, E.M. Forster, Orhan Pamuk, Oğuz Atay, Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu… Dönüp okumaktan yorulmadığım yazarlar olduklarını söyleyebilirim.