
Kimi metinler sadece okunmaz; üzerinize siner, sizde kalır — nasıl desek..? Tıpkı bir ölüm ilanı gibi. Tsakraklides kupkuru soğuk bir havada nefes almaya çalışmak kadar tahrip edici bir akışa sahip bu kitabında; kimliği, arzusu ve sesi silinmiş bir ses ile, içimizde yaşayan sessiz bir distopyaya tanık ediyor bizi.
İlerleyen satırlar boyunca yazarın dili sade ama keskin. Her cümlede kasıtlı bir duruluk ve soğukluk var. Eser, kimi zaman bir deneme, kimi zaman bir distopik bir monolog, yer yer de bir itham metnine dönüşüyor. Yazının hiçbir yerinde klasik anlamda bir ‘anlatıcı’ sesi hissedilmiyor. Onun yerine sistemin diliyle konuşan ruhsuz bir bilinç var sanki. Bireyin anonimleştiği, yalnızlaştığı, yabancılaştığı ve nihayetinde sadece işlevsel bir birime dönüştüğü söz konusu gerçekliğe de böyle bir dil yakışırdı belki de.
“Mutsuzluk Bir Kaynaktır”
Modern insanın ruhsal çöküşü ile bugün artık sık sık ‘önümüze düşen’ ekolojik yıkımın aynı sistemin yan ürünleri olduğunu öne süren George Tsakraklides’in Mutsuzluk Makinesi adlı eseri, çağdaş kapitalist düzeni yalnızca eleştirmekle kalmayıp, onun insani olan her şeyi sistematik olarak nasıl çürüttüğünü gösteren öfkeli bir monolog olarak okunabilir. Sistem karşıtı eleştirilerin distopya fantezilerine ya da çevreci ‘uyarı’ edebiyatına sıkıştığı günümüzde Tsakraklides bu çizginin dışında; doğrudan, hatta sık sık misantropik bir dille yazıyor. Mutsuzluk Makinesi, yalnızca bir eleştiri değil, aynı zamanda bir suç duyurusu, bir etik manifesto tadında. Bu suç duyurusunun hedefinde ise yalnızca sistem değil, sistemin sürdürülebilirliğini gönüllü olarak kabul eden her bir birey yer alıyor.
Eser, birbirinden bağımsız gibi görünen ama tematik olarak iç içe geçen denemelerden oluşuyor. Tüketim Salgını, Sürdürülebilir İnsanlık Miti, Kendini Yok Eden Avcının Laneti gibi başlıklar altında insanlık tarihine, ekonomik sistemlere, doğaya ve teknolojiye dair çok katmanlı bir sorgulama yürütülüyor. Kitabın kalbini oluşturan temel fikir ise, kitaba da adını veren Mutsuzluk Makinesi bölümünde kristalleşiyor: Kapitalizm yalnızca meta üretmiyor; mutsuzluk üretiyor, sonra bu mutsuzluğu da bir meta hâline getirerek yeniden satıyor. Böylece insan, sistemin hem ham maddesi hem de müşterisi oluyor. Mutsuzluk makinesi öyle ki; sistemin en azılı avcısı olarak görünen insanı, kendi kendinin de avcısı kılmış oluyor. Finansallaştırılmış mutsuzluk, insana dair hemen her alanda kendini yeniden üretiyor.
Tsakraklides’in mutsuzluğu burada bir psikolojik durum değil, işlevsel bir ekonomik araç olarak karşımıza çıkıyor. Bu düşünceye göre sistem bireyi mutsuz kılar çünkü mutsuz birey daha çok tüketir, daha kolay ikna edilir, daha az sorgular. Medya, reklam, moda, kariyer ideolojisi, sosyal medya… Tüm bunlar, insanın kendisinden hoşnutsuz kalması için sistematik olarak çalışır. Yazar bu döngüyü ‘modern kölelik’ değil, ‘gönüllü kölelik’ olarak adlandırıyor. Çünkü modern insan, mutsuzluğunun kaynağını aramak, ona karşı bir antidot üretmeye girişmek yerine onu içselleştiriyor; tüketim ile tatmin olabileceğine dair yanılsamayı benimsiyor.
İnsan Özneliğinin Aşınması
Tsakraklides’in eleştirisinin bir yüzünü de kentleşme olgusu oluşturuyor. Şehirler, doğadan kopuşun fiziksel temsili olarak sunuluyor. İnsan kentte, önce toprağından, sonra ilişkilerinden, nihayetinde kendisinden kopuyor. ‘Kentsel hüzün’ kavramıyla tanımlanan bu duygu durumu, yalnızca melankoli değil; bireyin sistemin bir bileşeni olarak kendi özünü yitirmesi anlamına geliyor. Yazarın deyişi ile kentsel hüzün, “mutsuzluk makinesinin bir ek gıdası” haline geliyor. Dolayısıyla makinenin performansının sekteye uğramaması için bireyin dikkatinin dağılması, bu hüznün derinliğinden arınması gerekiyor. Ölüm Tuzağı Eğlencesi adlı bölümde, çağdaş eğlencenin makinenin selameti için nasıl da bir dikkat tuzağına dönüştüğü ve bireyi edilgenleştirerek sistemin sürmesini sağladığı betimleniyor.
Buna göre bireyler, bir ayakları sayısız teknoloji vasıtası ile yaratılan bir eğlenceli hiper gerçekliğin içine gömülü halde yaşarlar. Gerçeklik ve hiper gerçeklik arasındaki çizgilerse gittikçe bulanıklaşır. En nihayetinde insanlar, bu tasarlanmış gerçekliğe bağımlı hale gelir. Birey, sistemin öğüttüğü kendi iç dünyasını duymamak için eğlenceye sığınır; fakat bu sığınak, bir tür zihinsel hapis halini alır. Eğlencenin bu biçimi, bireyin yalnızca vakit geçirmesini değil, kendinden uzaklaşmasını da sağlar. Eğlence, burada özgürleştirici değil, bastırıcıdır. Kişilerin dikkati ne kadar dağınıksa, o kadar az sorgular. Böylelikle neredeyse apatik bir kayıtsızlık sarmaya başlar zihinlerini. Her şeye ve herkese karşı.
Teknoloji ise bir diğer edilgenleştirici olarak karşımıza çıkıyor. Yenilikçilik Paradoklsu bölümünde, her teknolojik yeniliğin, insanlığı özgürleştirmek yerine daha karmaşık bağımlılık ağlarına sürüklediği savunuluyor. Elektrik, internet, yapay zekâ gibi sistemler, artık sürdürülemez bir uygarlığın sinir sistemi hâline gelmiş durumdadır. “Bunların olmadığı bir dünyayı hayal etmeye bile nereden başlayacağımızı bilmiyoruz” diyerek durumun vahametini açıkça ifade ediyor yazar.
“İnsan sadece var olmayı ve yalnızca var olma meziyetiyle mutlu olmayı unutan bir türdür.”
Kitabın en çarpıcı bölümleri, insan-doğa ilişkisinin yalnızca modern toplumda değil, insanlık tarihi boyunca sömürüye dayandığının gösterilmeye çalışıldığı bölümler. Yazar, açık biçimde ‘ilksel toplumlar doğayla uyum içinde yaşadı’ romantizmini reddediyor. Aksine, insanın doğaya ‘düşmanlığının’ avcı- toplayıcı dönemden bu yana süre geldiğini ileri sürüyor. Bu noktada, kitabın misantropik tonu iyice belirginleşiyor. Kimi satırlarda adeta Hobbs’un dudakları incecik halde gülümsediğini bile hissedebilirsiniz. Tsakraklides’e göre insan türü, doğanın bir parçası değil, ona musallat olmuş bir parazit gibidir adeta. Hatta bu fikri, kitabın en iddialı metaforlarından birinde açıkça görürüz:
“İnsanlık bahçedeki diğer tüm bitkilerden daha güçlü, daha hızlı ve daha fazla büyüyen ve rekabete yer bırakmayan yabani ottur. Çok yükseğe tırmanıp yerle temesını kaybeden sihirli fasulye sapıdır. Kendi köklerini hissedemeyen, arıların ulaşamadığı, kimsenin yemek istemediği, kimsenin işine yaramayan zehirli ottur.”
İnsanlığa dair olumlanan ekonomik büyüme, nüfus artışı ve teknolojik ilerleme gibi durumlar birer başarı göstergesi değil, ekosistemin tükenişinin kilometre taşlarıdır. Bu anlamda kitap, yalnızca kapitalizmi değil, uygarlık fikrinin kendisini topyekûn sorguluyor.
“Gezegen üzerindeki etkimiz sadece kapitalizmin ve şeytani oligarkların eseri değil. oligarkların ürettiği tüm ürünleri satın alanlar bizleriz.”
Mutsuzluk Makinesi, klasik anlamda bir ‘çevrecilik felsefesi’ ya da bir ‘politik analiz’ değil. Tsakraklides kitap boyunca, 21. yüzyılın en güçlü sorunlarından birini— içselleştirilmiş mutsuzlukla sürdürülen bir çöküş düzenini — açıklıkla ortaya koyuyor. Bu eseri ilginç kılan şey, yazarın okuyucuyu yalnızca bilgilendirmek ya da ikna etmek istemesi değil, onu sarsmak istemesi. Bununla uyumlu olarak kitap boyunca kurulan söylem, ikna edici olmaktan çok yargılayıcıdır. Yazar, okurun suç ortaklığıyla yüzleşmesini talep eder. Bu tavır, kimi okuyucular için rahatsız edici olabilir. Zira Tsakraklides, herhangi bir çözüm önerisi sunmaz, bir ütopya bahçesini sulamaz. Bunun yerine, içinde bulunduğumuz sistemin gerçekliğini tüm çirkinliğiyle yüzümüze vurur. Okuyucusuna çözüm sunmakla ilgilenmediği gibi ondan çıplak bir farkındalık bekler.
Bu kitap, size umut vaat etmez. Teselli sunmaz. Eğer hâlâ kitabın fırtınalı atmosferine kıyasla gündelik hayatın sakin sularında bu sistemin dışında olduğunuza inanıyorsanız, yazar sizi kandırıldığınız konusunda ısrarla uyaracaktır.
Son bir alıntı ile noktalayalım:
“Oysa yaşamı ve ölümü kendi şartlarımıza göre yaşamayı hak eden organizmalar olmamız gerekir.”
edebiyathaber.net (27 Mayıs 2025)