Söyleşi serimizin bu haftaki konuğu, Mahal Edebiyat Yayınları’ndan çıkan “Kafdağı’nı Bastılar” adlı ilk kitabı ile Doğa Cihan.
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplarla ve yazmakla olan ilişkiniz nasıl başladı?
1998 yılında Denizli’de doğdum. Sonrasında yurdun muhtelif şehirlerini dolaşıp son durak olarak Ankara’ya konuşlandım. ODTÜ İnşaat Mühendisliği’nden 2023 yılında mezun oldum.
Kitaplarla oldum olası haşır neşirdim ancak bir noktaya kadar bu ilişkinin mesafesine “sizli bizli” diyebilirim. Üniversiteyi takip eden süreçte zihinsel bir dönüşüme insan ister istemez uğruyor, bir hava değişimi belki, belki bin bir telden çalan insan profili, her neyse, belkilerin sonsuzluğa yolu var.
Hepimizin bildiği o pandemi sürecinde ise kendi içime fırıldak gibi dönmekten zihnimde hiç tanış olmadığım bölgeleri keşfettim, hatta deldim geçtim. Bir öğrenme açlığı ve amiyane tabirle okuma ishali geçirdim denilebilir. Fakat ilk yöneldiğim alan edebiyat olmamıştı. Sanıyorum toy bir zihin birkaç duyu organına ihtiyaç duyuyor olmalı, ilk fırsatta sinemanın kapısında belirdim. Okumalarım ve anlama çabalarım boş bardağı kolayca doldurup taşırmasının peşi sıra farklı bağlamlar kurma çabasına girdim ve yazmaya başladım. Asla tamam olduğumu hissetmesem de çerçeveyi kendim çizmediğim bir metin yapısına sıkıştığımı hissederek, henüz o tarihlerde yalnızca pencereden ya da abartmak gerekirse kapı deliğinden seyre dalabildiğimiz dünyaya, yeni dünyalar katma isteğim doğdu. Bir kâğıt ve kalemin yettiği bu evrene balıklama dalmak işten bile değildi. Böylelikle daha kurgusal anlatılar içinde yüzmeye koyuldum.
Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, kitabın ismine nasıl karar verdiniz, yazma sürecinde neler yaşadınız?
Üniversitenin son dönemlerinde kısa metinlerin, vurucu anlatıların ve Latin Amerika rüzgarının esintisine kapıldım. Satır aralarında kendimi bulduğuma emin oldum. Her güzel şeyin sonu olduğu gibi bu metinlerin de, bulabildiğimce eserden söz ediyorum, bitiş tarihi oldu. Bense, tadı damağında kalmış ve uzun bir ömrü olduğuna inanan genç bir yazar olarak, eğlenmeye devam etmek adına bu tarz metinleri kendim yaratmak, oyuna devam etmek istedim. Zihnimi olanca hırsla ve keyifle bu açıdan aşındırmış olmalıyım ki absürt tonlu fikirler çıkagelmeye başladı. Böylece kitaba kadar uzayabilen bir top havuzunun içinde kulaç atmaya başladım.
Ferhan Şensoy’un biz gençler, biz ve bizden büyükler – Ali İsmail abim – ve muhtemelen bizden küçükler – Ali İsmail kardeşim – için bir lafı var “Darbesi gecikmiş, başka ziyana uğrayan çocuklar”. Bizler pasif bir sıkışmışlığın, atıl bir yumruk atma hevesinin ortasına düştük. Olması gereken her genç gibi bu dünyaya öfkelendik. Türkiye’de görüp gördüğümüz, okuyup incelediğimiz süreç de yüreğimize doksan derece, okkalı bir kamçı oldu. Öfkeyi ve kara mizahı harmanlamak ise bir açıdan rehabilitasyon metodum oldu. Öfkemi karalarken tabii ki atış talimindeki hedefim beşer, uğruna tetik çekmeyi arzuladığım şey ise biz hariç dünyayı sarmalayan her neyse idi. Kitabın içeriği de bu olduğundan, ismi de kaçınılmazdı. Paraları, kalaşnikofları, lağım kokan fikirleriyle; masalsı bir evrene çıkarma yapan yamyamlar.
Yazma sürecine gelirsek, oldukça zevkliydi diyebilirim, ki istediğimi diyebilirim. Çünkü okumayı sevdiğim şeyleri yazabilen bir noktada buldum kendimi. Süt aşkıyla yanıp tutuşan birinin kendini sonsuza dek sağabileceğini keşfettiğini düşünün, işte öyle.
Kitabınızı tamamladıktan sonra yayınevi bulma süreciniz nasıl geçti? Kitabınızı basmaya karar veren yayıneviyle yaşadığınız süreç nasıldı?
Başta, karakterimin getirdiği aceleciliğimden olsa gerek, henüz taslak halindeyken büyük diye nitelendirilen iki üç yayınevine gönderdim. Aylar sonra ret cevapları, ya da daha uzun öykülere dönüştürülmesi gerektiğine dair yapıcı tavsiyeler aldım. Oysa yersiz özgüvenim, belki de metinlerin yapısından oldukça memnundu.
Sonra ise kitabımı basan yayınevi ile tanıştım. Sürecim ise beklediğimden çok daha kolay ilerledi. Editörüm ile iki tandem orta saha oyuncusu gibi duvar pasları yaptık. Sonucunda ise eli yüzü düzgün, hoş geldiniz beş gittiniz diyen, okuyucuya iyi bir ev sahipliği yapabilecek bir kitap ortaya çıktı.
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz? Kitapta sizi en çok etkileyen bölüm hangisi?
Aslında kendimi kaptırdığımdan mütevellit diğer sorularda kitaptan, arsızca, bahsettim. O yüzden uzatmadan söyleyeceğim. Kitabım, odanızda bulunan karanlık bir küp gibi durmalı. Kapıdan çıkamıyor ama odanızda destansı bir yer de kaplamıyor. Orada duruyor ve orada olacak, maalesef ki her şey gibi.
Etki tepki konusuna gelecek olursak, kitap bu soruyu aşan bir kitap. Sebebi ise içinde elliden fazla öykü barındırması. Bunlar küçürek öyküler ve temas ettiği yerler üç aşağı beş yukarı aynı, muktedirler. Bu sebeptendir ki özellikle size şurası diyebileceğim bir bölüm yok. Neyse ki soruya başka bir cevap bulabildim. Cevabım ise her hikâyenin sonu. Neredeyse her öykünün sonu aklıma gelen ilk fikir olmuştu. Hepsini de kendimce parlak, şaşırtıcı ve absürt buluyorum. Bu yüzden kitabın beni en etkileyen yanına cevabım son noktadan öncesi.
Dipnot: Tersten okumaya kalkmayın.
İlk kitabı yayımlamanın en büyük heyecanı ve en büyük zorluğu neydi? Kitabınız yayımlandıktan sonra aldığınız tepkiler nasıldı?
En büyük heyecanının ve en büyük zorluğunun cevabı esasen aynı tabanda olmakla beraber, eylemler arasında bir zaman çizelgesi olması durumları değiştiriyor. İşin bencesi ise tasdiklenmek. Çünkü kendimi eyleyen deli saçması bir şeyler yaratıp yaratmadığım konusunda şüpheliydim. Kitabı elime aldığımda derin bir nefes çektim. Umudun yeşermesi gibi bir tat, dünyadaki en lezzetli şeymiş.
Okuyuculardan ise genede olumlu tepkiler aldım. Bu noktada sevindiğim şey ise değindikleri alanların farklılığıydı. Kimisi şiirsel dilden, masalsı ögelerden etkilenirken; kimisi sert ve çarpıcı konulardan, soğukkanlı ve acımasız tarzdan müteşekkirmiş. Bunlardan mustarip ya da hoşlanmamış kimileri ise daha olumsuz yorumlarını belirtti. Bunlar keyfin doruklarına çıktığım yorumlar işte. Beğenmedikleri ne varsa benim var etmeye çalıştığım anlatımlardı. En azından becermişim dedim, kolay kolay denmez.
İlk kitabınızı yayımladıktan sonra yazarlık konusunda düşünceleriniz değişti mi?
Kolaylıkla söyleyebilirim ki hiçbir şey. Yazarlığı bir meslek olarak görmüyorum. Yazar, yazan insana denir kanımca. Şu anda yazarım çünkü yazıyorum, yarınsa bir düşünür olarak hayatıma devam edeceğim.
Bunu okuyan ve ilk cevabımdan tatmin olmayacaklar içinse farklı bir cevabım var elbet. Özgüveniniz artıyor. Birinin size, her kim olursa olsun, “yapabilirsin” demesinden daha büyük bir itki varsa o da kendinizin size aynı şeyi söyleyebilmesi. İlk kitabımla birlikte bunu edindim. “Ha yine biri söylemiş işte derseniz” buna bir cevap düşünmedim, özür dilerim.
Yeni bir kitap için çalışmalarınızı sürdürüyor musunuz? Henüz kitabı yayımlanmamış yazarlara tavsiyeleriniz neler olur?
Yeni kitap fikrim elbette ki var. Bu kitabı yazarken de vardı ve hala fikir aşamasında. Fakat bir deniz görmek bile zihninizin ve kalbinizin kapılarını sonuna dek açıyormuş, bilmiyordum. Her neyse, oldukça uzun bir doğum olacağa benziyor çünkü bu noktada vakit sahiden her şey. Şimdilik aklıma uzun metinler yazıyor, oldukça asgari bir kısmını kısa cümlelerle not alıyorum. Söylemek istediğim sözler var, düşünün henüz ağzımdan çıkmadı bile. Yazıya dökülme safhasından bahsetmek komik.
Tavsiyem ise basit, hür irademle söylüyorum ben o tavsiyeyi verecek insan değilim, yazın. Yazmadıkça fikirlerinizin beyninizde ne kadar muhteşem, kâğıtta ne kadar adi duracağını bilemeyeceksiniz. Büyümesini, gelişmesini göremeyeceksiniz. Ona dokunamayacak, sarılamayacaksınız.
Ferhan Şensoy’un da üstadı olan Haldun Taner’in bir tavsiyesiyle -hadsizce evet ama bana bilmediğim bir şey söyleyin- sözlerime nokta koymak isterim. “Ben her gün yirmi sayfa yazarım oğlum. Aklıma bir şey gelmeyebilir. Manzarayı yazarım, çocuklar okula geç gitti, diye. Ama nasıl bir marangoz her sabah dükkanını açıyor, sen de daktilonu alıp yazacaksın. Ne olursa olsun. Sabah kalk, tozlu daktilonun üstünden geç ve yaz. Çünkü yazarlık bunlardan farklı işler değil, hiç değil.” Son cümleler bana ait ama Haldun Taner’e de ait.