
“Orada kaldı onlar.” Gece boyunca Leyla’nın kafasında bu sözcükler dönüp durdu, bir ileri bir geri. “Onlar kaldı orada… Kaldı onlar orada… Orada onlar kaldı.”
Sabah kahvaltı masasında “Bunu mu düşündünüz dünden beri?” sorusuna biraz mahcup, biraz sinirli “Çözemeyince uykum kaçtı işte.” diyerek düğmeye basmış oldu. Hanımının bu problemine çoktan kafa yormaya başlayan Gülen, 17 yıldır bu eve geliyordu. Aslen Karslıydı. Hiç görmediği o yer için “memleketim” diyordu. Annesi Kiraz, sevdiği oğlana değil de bir başka adama verildiğinde 18 yaşındaydı. İlk gönlünü kaptırdığı eski aşkıyla bakkalda tekrar karşılaşıp, bir çocuğunu bırakıp şehirden uzaklaştığında yaşı kaçtı, bunu bilmiyordu. Babasının anlattığına göre, esas aşkıyla çıktığı bu yol, onu ülkenin bir başka ucuna sürüklemişti. Elele tutuşup bir pastaneye değil, Çanakkale’ye gitmişlerdi. Film gibiydi yaşadıkları, hem de siyah beyaz günlerden.
Gülen, bir aşk bebeği olarak dünyaya gelmişti. Geride bırakılan ağabeyinin aksine şanslıydı. Sonraları Kiraz, memlekette bıraktığı oğlunu yanlarına almak için çok uğraştı, olmadı, oğlu bütün çağrıları geri çevirdi ve iki tarafta da hiç geçmeyen buruk acıya dönüştü. Anne yaşananları kendine bile savunamadı, yıllar içinde susmayı tercih etti, sessiz varlığı evdekilere yetti. Kızı annenin o vicdan azabı çeken halini görerek büyüdü. Suskunluğunu çözmeye çalıştı, başaramadı. Babası, “başkasının ayakkabısını giymeden, insan yaşananları bilmez” derdi. Boyuna annesini gözlemledi. Etrafındakileri anlama deneyimini ilk böyle kazanıverdi. Mutluluğun tarifini buna bağladı. Annesini, babasının aşkını, Kars’taki ağabeyinin kızgınlığını, komşuların anneyi yadırgamalarını anladı. Yargılamaları çözemese de uğraştı. Anneannesinin onları görmek istememesini anladı.
Babası Kiraz’ı Çanakkale’ye getirdiğinde, bütün hayatı ona kolaylaştırma sözü vermişti. Bunun için gündüz gece çalıştı. Yetmedi, hayatından avans aldığı bütün gece ve gündüzlerde de çalıştı. Yeter ki karısı pişman olmasındı.
Annesinin aksine Gülen’in pişmanlıkları oldu tabii. Liseyi okuyamadı, bir. Kocaya kaçtı, iki. Üstelik aklının, gönlünün kaydığı bir başka oğlan varken. Hem de 16 yaşında. Annesinin aksine bol bol dayak yedi. 6 çocuk getirdi dünyaya; kız, kız, kız, kız, kız, oğlan. Parasızlık çekti. Aldatıldı da. Tövbe eden kocasını da çok dinledi. Yine dayak yedi. Babası üzülüyordu, “Bu çocuk karşısındakileri anlamaya çalışırken, kendini dinlemeyi öğrenemedi.”
Bir gün 24 yıl katlandığı kocasını neredeyse hoşça kal demeden terk etti.
Kendini kocasız bulduğunda 42 yaşındaydı. Babası ocağını açtı, ama bu yetmedi Gülen’e. Çalışmaya karar verdi. Muhtara gitti. Dedi ki “Bana temizlik işi bul. En iyi bildiğim şey.” İlan astırdı. 3 gün sonra dediler ki “Bir üniversite hocası temizlikçi arıyor.” Beyaz gömleği ve en sevdiği bol paça pantolonu, sımsıkı topladığı upuzun kara saçlarıyla yola düştü. Babasının, çocuklarının söyledikleri kulağında, annesinin söylemedikleri yüreğinde, muhtarın eltisinin torpili cebinde ve bilmediği yeni bir heyecanla mülakata gitti. Hem de bir başka semte. Ayakkabılarının temizliği, anlayışla bakan kara gözleri, şaşırtmacalı soruya kendinden emin “tabii ki temizlik bezlerini sınıflara ayırmak şart” şeklindeki cevabı, hanımı büyüledi. Ertesi gün iş başı yaptı. Çöp gibi duran bir not kağıdının bile atılmayacağını, evdeki her nesnenin iş bitiminde ilk görüldüğü yere konması gerektiğini çabucak öğrendi. Bir de işlerden sızlanmamaya kendi kendine ant içti. En çok takdiri ev halkını dinlemesiyle aldı. Evine dönerken bindiği otobüslerde, aktarma sırası beklerken, biletine ikinci ücret yazmaması için transfere koşuştururken hep aklında başkalarının hikâyeleri, sorunları, umutları, hayal kırıklıkları oluyordu. Etrafındakiler kulaklıkla bir şeyler dinliyorlar, ya da birbirleriyle konuşuyorlardı. Ama Gülen, evlerde anlatılanları istiflemeye, lâzım olur diye hiç elemeden kafasındaki çekmecelere yerleştirmeye çalışıyordu. “İşini en iyi biçimde yap” demişti babası. Uygulamaya çalışıyordu. Televizyondan duyduğu, “evinize iş götürmeyin” uyarısını da biliyordu aslında ama henüz bu kadar profesyonel bakamıyordu yaptığına.
Sonra başka evlere de gitti ve daha başkalarına. Haftanın neredeyse her gününü doldurdu. Binmek zorunda kaldığı otobüs hatları günden güne çeşitlendi. 180, 209, 414, 202, 301, 451… Başka semtler tanımak, görmek, insanları incelemek iyi geldi. Düşünüyordu. Mesela “nasıl oluyordu da tıka basa dolu görünen bir otobüs onlarca insanı almaya devam edebiliyordu. Sihirli esnek bir kutu gibiydi.” Kapıyı hedefle, in, bin, ilerle, bekle, koş, dikil, yürü, yetiş. “Ne çok hat görüyor bu bacaklar” kendi kendine gülesi geldi.
Akşam eve gelince televizyondaki tartışma programları hiç kaçırmadıklarındandı. Politikacıları da anlamaya denedi ama sonra bunu boşuna buldu. Kendinden anlatmayı hiç ama hiç sevmedi. Televizyondan öğrendiği “işinizde fark yaratın.” kuralı aklının baş köşesindeydi. Evlerde en sevdiği iş, kütüphaneleri temizlemekti. Tek tek kitapların tozlarını almakta üstüne yoktu. Hatta iddia edebilirdi “bu alanda bildiği hiç kimse yoktu.” Okunmuş eski gazeteleri evlerden topluyordu. Soba için zannedenler yanılıyorlardı, o eski gazeteler okunmak için toplanıyordu.
Sonraki yıllarda bir kızı ve yaşlıca babası olan Leyla’yla tanıştı. Referansı ilk eviydi. “Sadece bana gel. Haftada 6 gün” dendi. Yemek, temizlik, ütü ve babasına göz kulak olmak iş tanımındaydı. Gülen, iyi bir ücretle transfer oldu. Tek semt, tek patron, tek ev ile hayatının yeni sayfası açılıverdi. Leyla’nın üniversitedeki işi çoktu. Vaktinin çoğu okulda geçiyordu. Gençleri dinlemekten yoruluyordu, okuldan eve bezgin dönüyordu. Ama bu sıkıntılarını, yaşadıklarını, umutlarını anlatmasına engel değildi.
Sonraki yıl kızını yurt dışına okumaya yolladı. Böylece evde sadece babasıyla kaldı. O, Hanımının eli ayağı oldu, sayesinde işler kolayca hallolabiliyordu.
342 numaralı hat böyle girdi hayatına. Haftada 6 gün kendi evinden Leyla’nınkine tek otobüsle gidip geliyordu. Sabah altı ve akşam yedide seferi olan bu hat, “lükstü”. Şehrin bir ucundan diğer ucuna tek araçla gitmek, hayatını daha elit, daha sakin yapmıştı. Sabahları çantasındaki bedava otobüs kartı ve bir ev anahtarıyla emin adımlarla otobüse binip de tanıdık kadınları görünce içi sevinç doluyordu. Sabah geride bırakılan kendi ev hallerini, akşamsa hanımlarınkini dinlemek eğlendiriyordu. Bir gün yanına oturan bir kadın uyarmıştı. “Otobüsten inince konuşmak isteyen bir adam yanaşırsa sakın yüz verme. SGK dan adamlar tuzağa düşürüyorlarmış. Patronunu yakalayabilmek için seni konuşturmaya çalışıyorlarmış. Sigortasız çalıştığını anlarlarsa hanımına çok büyük ceza var. Malum bu otobüs hep bizlerle dolu.” O günden sonra Leyla ve Gülen’in kardeş olduğunu ezberlemeye çalıştı. Hayri amca da babasıydı. Duygusu da böyleydi. “Leyla Hanımın başına benim yüzümden bir şey gelse…”ki Düşüncesi bile yetti. Hemen bu kötü fikri uzaklaştırdı zihninden.
“Herkesi anladığın kadar beni anlamadın anne!” Dün gece büyük kızının söylediği bu laf araya girdi.
En rahat ettiği yerlerden biriydi bu otobüs. Koltuklar bel oyuklarına çok uygundu bir kere. Pazıdaki konfor bunda da vardı. “Nasıl pazıyı sarmak, yaprağı sarmaktan kolaysa, onun gibi işte. Geniş yerde harç da rahat ediyor. Daha az emekle daha iyi bir sonuç veriyor… Hah. Pazı ergonomik bir sebze.” Yanakları pembeleşti, kendi kendine gülümsediğini neyse ki kimse görmedi. “Burada “ergonomik” denir mi ki?” Bunu endüstri mühendisliğinde okuyan küçük kızına sormalıydı. Tabii önce onunla evde aynı saatlerde yollarının kesişmesi gerekiyordu.
Duraktan inince 25 dakika kadar yürüyüp, anahtarıyla evinin kapısını açıyordu. İçeri süzülüyordu, sessizce. Aslında ayakkabılarını dışarda tutmaya can atıyordu ama Leyla istemiyordu bunu. Ayakkabısıyla kendi mahallesinden buraya taşıdığı pisliğin bu civardakinden farklı olduğuna ikna edemiyordu bir türlü. “Kimya okumadığım için kanıtlayamıyorum”.
Çayı koymak ilk işti. Ardından kahvaltılıklar eksikleri tamamlanarak sofraya diziliyordu, dikkatlice. Camları açmadan önceki evin havasız tanıdık havasını içine çekiyordu. Bu ona çocukluğunu çağrıştırıyordu. İlkokulda ders çalışmaya gittiği arkadaşının evini. Sıra arkadaşı evlerine çağırmıştı bir keresinde. “Annem işte. Evde yalnızım. Öğleden sonra bize gel, ders çalışırız.” Hülya çok kibar, sessiz, sınıftaki çoğunluktan başkaca bir kızdı. Okula, mahalleye uzakça sayılırdı tarif ettiği yer. Kocaman bir bahçede ağaçlar arasında, 4 katlı onlarca bina alışmadığı bir nizam içinde sıralanmışlardı. Lüks binalardı, kaloriferli. Semtteki gecekonduların yakınında bu nasıl bir mahalleydi, çocuk aklıyla anlamamıştı. Şimdiki büyük aklıyla da anlayamıyordu. Aydınlık apartmanda paspasları sayarak, kapıların yanındaki duvara asılmış sepetlerin ne olduğuna takılmamaya çalışarak, katları çıkmaya başladı. Aradığı numarayı teyit için elindeki kırışmış, küçülmüş kâğıda baktığında, bir de ne görsün, yazı avucunda kırmızı bir boyaya dönüşmüştü. O anda yakındaki kapı açılıverdi, mucize gibiydi, Hülya bütün neşesiyle beliriverdi. Gülen’in ilk sorusu “kapıdaki sepetler ne?” oldu. “Ekmek ve gazete için” “nasıl yani” “kapıcı, kaç ekmek istiyorsak bunlara koyuyor.” “Ekmeği başkası mı alıyor?” açık kalan ağzı, muhteşem kokan havayla doluverdi. Anne, kızının arkadaşı gelecek diye izin almış, onlara portakallı kurabiye pişirmişti. İçerde telefonla konuşuyordu. Güçlü, akıllı, kararlı ses tonuna hayran olmuştu. Kendi annesini düşündürtmüştü. Sonrasında hep gitti o eve. Liseye kadar.
Bu evde de o koku vardı sanki. Çay demlenince Hayri Amcanın odasına gitti. Yeni uyanmıştı. Çamaşırlarını değiştirdi. Gün yeni aydınlanıyordu daha. Mutfağa götürdü onu. Kimsenin göstermediği sabır onda vardı nasılsa. İşler rutindi. Tabağa televizyon, çaya gazete demesi onu sinirlendirmiyordu. Artık bir o anlıyordu. Herkesin dinlemekten sıkıldığı anıları yeniden duymak, şaşırmak onu neden bu kadar mutlu ediyordu kimse bilmiyordu.
Bir gün mesai bitimine yakın, Leyla hışımla eve girdiğinde, O mutfakta sarma yapıyordu. “Gülen Hanım, kapı kilitli değildi! Ah nasıl yaparsınız bunu? Babam?!”
“Nerede olacak Leyla Hanım, Hayri Amca odasında, radyo dinliyor” dedi, kendinden emin bir sakinlikle. Radyonun sesi duyuluyordu. Ama o yoktu. Tuvalete koştular, yoktu. Salon, dolaplar, yatak altları, diğer odalar. Yoktu. O an bütün dünyalar yıkıldı. En çok kimin dünyasıydı acaba. Her biri “Tabii ki benim” duygusu içindeydi. Keşke Hayri Bey de “en çok benim” diyebilseydi. Çantasını alıp evden fırladı Leyla.
Mutfakta beklemek kolay olmadı. Kimi araması gerektiğini bilemedi Gülen. Hangi çocuğunu, hangi arkadaşını? Bu sorumluluğu, bu ağır suçluluk hissini kiminle paylaşmalıydı? Patronunun haklı sinirini, sonucunu kime danışsaydı? Kim onu anlayabilirdi? Cezasının ne olacağını kiminle tahmin etseydi? Bütün çalışma hayatı gözünün önüne geliyordu. “Sırası mı?” deyip kovuyor, yeniden geliveriyordu. Eviydi burası. Kızı gibiydi, babası gibiydi, kardeşi gibiydi. İnsan annesine bile kızardı. Doğru. Çocukları mesela. Onu azarlamıyorlar mıydı? Bolca. Leyla’nın da ona bağırması çok olağandı. Olması gerekiyordu zaten. Hak etmişti. Neden bu kadar şaşırmıştı ki? Anlıyordu. Tabureye çöktü. En sevdiği sandalyesine değil de tabureye. Minderinden çıkartılamayan lekesinden utanılan, kenarda durup duran tabureye çöktü. Ne televizyon açabildi ne sarmasına devam edebildi. Öylece kalakaldı.
Birkaç saat sonra Leyla, kolundan tutarak zorla yürüttüğü babasıyla döndü. Terlikleri ayağında, bir hayli üşümüş, şaşkın Hayri Amca, nedeni tanımlanamaz huzurlu bir ifadeyle içeri geçti.
Aklına nereden geldiyse, babasının lafını hatırladı. “Ulaşabileceğin hayallerin olsun” demişti. “Ah Gülen, o kaçma işini yapmayaydın.” İçindekini susturdu. Bu kadar zorlanmazdı doğru. Liseye gidebilirdi. Okuyabilirdi. Hülya ile sıra arkadaşlığına devam edebilirdi.
Hülya’nın evinden çıktığı bir gün, “Ben de seninle yürüyebilir miyim?” diyen Ali’yi dinlemeyecekti. Sandı ki o da bu mahallede oturuyor. Onun da kömürlüğe ihtiyaç duyulmayan bir evi var, kaloriferli. Babası “ulaşabileceğin hayali kur” diye tembih ettiğinde, ilk düşündüğü kaloriferli aydınlık bir evdi, Hülyalarınki gibi. Onların tuvaletleri de sıcaktı, mutfakları da. Oynadıkları oda da. Ali’nin o evlere ekmek ve gazete yollayan bakkalın çırağı olduğunu bilmiyordu ki.
Bunları düşüne düşüne ineceği durağa geldiğini fark etti. Bu 342 numara sayesinde hiç aktarmasız, hep oturarak yaptığı yolculuk, haddinden fazla şey düşündürtüyordu. Kaloriferli evinin kapısını açtığında içerisi sıcacıktı. Sevindi. Başarılı buldu kendini. Onu kedisi Suzan karşıladı.
Ertesi sabah otobüsten indiğinde biraz hızlanması gerektiğini düşündü, trafik yoğundu. Leyla Hanım okula geç kalmamalıydı. Oh bina yine sıcacıktı. Geçen hafta apartman kapısını manyetolu yapmışlardı. Az sayıda anahtar vardı, eskisi gibi kolay değildi sahip olmak. Gösterip binaya girebiliyoruz demişti Hanımı. Kimlik gibi. Bir tanesi de Gülen’deydi. Klink. Bu sesi duymak hoşuna gitti. Yıllar yıllar önceki halini anımsadı. Güldü kendine. İlk görüşmeye geldiği gün, hemen anlaşıp yarın sabah buluşmak üzere diye kapıya kadar geçirmişti Leyla. “Asansöre binebilirsiniz. Yorulmayın merdivende.” Sonra çöpü koymak için kapıyı açtığında Gülen’i asansör bekler görünce “Ne yapıyorsunuz burada?” “Bekliyorum” “Düğmesine basacaksınız. Nereye gitmek istiyorsanız. Onu seçmeniz gerekiyor. Siz aşağıya gideceksiniz. İşareti aşağı doğru olan düğmeye basacaksınız.” Onu bindirmişti. Ertesi günü kendi başına binmeye cesaret edememişti. Sonra da. Tam 1 yılını aldı tek başına binmesi. Şimdi kendiyle gurur duyuyordu. Asansörü çağırdı. 5. Kata çıktı. Emin adımlarla kapıya yaklaştı. Sepetteki gazete ve ekmeği aldı. Anahtarıyla kapıyı açtı. Saatin gongu duyuldu. Sabırsızlanıyordu. Günlerdir Leyla Hanım’ın çözmeye çalıştığı problemin cevabını, “orada kalanlar” neydi bulmuştu dün gece. “Sifon çekme işini ben yapıyorum ya. Hayri Amcam, onu demeye çalışmış.”
Nasıl olup da hemen anlayamamıştı?
edebiyathaber.net (12 Haziran 2025)