Öykü: Müzeyyen’in rüyaları | Sema Öztürk

5 gün önce 2

Zaman mevhumunu yitirmişti Müzeyyen için. Zaman onun için duvardaki saatten ibaretti. Akrep yorgundu, yelkovan sabırsız.

 Terlik sesi halının üstünde duyulmazdı ama parkelere denk geldikçe bir anlık sürtünmeyle belirdi. Müzeyyen pencereye yürüdü. Tül perdenin ucunu araladı. Karşı apartmanın çatısına bir karga konmuştu. Siyah, hareketsiz. Göz göze geldiler gibi oldu ama karga başını çevirdi.

Geri döndü, kanepeye geçti. Yastıkları düzeltti, oturmadı, baktı bir süre. Televizyon açıktı, sesi kısıktı. Renkler değişiyordu, reklamlardan biriydi. Kadın sesi bir şeyler söylüyordu ama anlamak mümkün değildi. Belki de önemli değildi. Müzeyyen yavaşça uzandı. Elleri göğsünde birleşti. Gözlerini kapadı. Gördüğü rüya yarım kalmıştı. Dönmek istiyordu.

Köprü yine oradaydı. Taş kemerli. Altından su akmıyor, ama gürültülü bir ses geliyordu. Tren sesi gibiydi. Ne gelen vardı ne giden. Sadece suyun sesi. Bir yerde bir kapı çalınıyordu ama köprünün üzerinde kapı yoktu. Uyandı. Gözlerini açtı. Tavana baktı. Saat tik tak etmeyi sürdürüyordu. 10.47. Gün yeni başlamış gibiydi ama içinde bir akşam yorgunluğu vardı.

Müzeyyen kapıyı kimin çaldığını bildiği için kalktı, ağır ağır kapıya yöneldi. Kapının yanında duvarda asılı duran aynada, dağılan saçlarını elleriyle geriye attı. Parmaklarını saçlarının arasından geçirerek düzeltti. Az sonra Nurettin ona yine sorular soracaktı. Onu da biliyordu. Gördüğü rüya hâlâ aklındaydı ama bir yere oturtamamıştı.

Derin bir nefes alarak açtı. Nurettin karşısında duruyordu. Kaşlarını hafif çatmış, başını yana eğmişti. Bakışlarında hafif bir alay vardı. Muzip bir gülümsemeyle:

“Günaydın Müzeyyen abla,” diyerek,  elindeki ekmeği uzattı. “Asansör bozuk bugün, bilgin olsun. Bir yere gitmeye kalkma, çıkamazsın. Siparişin varsa alayım, akşam çöp almaya geldiğimde getiririm.”

Müzeyyen cevap vermek için tam ağzını açmıştı ki, Nurettin araya girdi.

“Ne o, yine rüyâlarda mıydın?”

” Bu sabah aynı köprüyü gördüm yine.Taş kemerli. Altından su akmıyor, ama ses geliyordu. Tren sesi gibi.”

Nurettin elindekileri yavaşça yere bıraktı, duvara yaslandı. Yüzünün ifadesi değişmişti. Müzeyyen sanki ona akşam izlediği bir filmi anlatıyormuş gibi:

“Sonra Müzeyyen abla?”

” Her taraf yemyeşil, ağaçlıktı. Kuşlar ötüyordu.”

Nurettin keyiflendi. Güldü:

” Cennetini görmüşsün sen Müzeyyen abla.”

“Sus Nurettin. Ölüyor muyum? Dinle! Sonunda taş kemerin altından geçip karşıya yürüdüm. Seçemedim ama ağaçların arasında biri vardı sanki.”

“Eee?”

“Ee’si o işte. –sinirle– Dahasını görebilirdim belki Nurettin! Ama çok gürültü yaptın merdivenlerde. Uyandırdın. Daha sessiz olabilirsin. Apartman içinde yüksek sesle konuşma dedim kaç kere.”

“22 numaranın kulakları işitmiyor. Mecburen öyle oluyor Müzeyyen abla. Kusura bakma.”

” Nurettin, tutma beni. Oyalama. İşim gücüm var. İkiyüz elli gram yoğurtla, yarım kilo salatalık getir akşama. Geciktirme. –Apartman penceresini göstererek– şu pencereleri de aç giderken. Havalandır!”

Nurettin elindekileri toparladı. Ekmek poşetini uzattı. Merdivenlere yönelirken döndü.

“Hadi uyu sen Müzeyyen abla. Rüyanın devamını görürsen, akşama anlatırsın.”

Müzeyyen kapıyı kapattı. Kilitlemedi. Oturup televizyonu açtı. Haberler vardı. Sesi biraz kıstı. Ekrandaki sunucunun dudaklarına odaklanmıştı. Hiçbir şey işitmiyordu.

Kanapeye uzandı. Gözlerini ovuşturdu. “Nasıl bir uyku yarabbim?” dedi. Koltuğun kenarındaki örtüyü dizlerine çekti. İçi ürpermişti. Bu gözler boş zamanlarda rüya görmek için yaratılmışlardı sanki. Gerçek dünyada fazla iş görmüyorlardı artık. Ne uzakları seçebiliyordu, ne yakınları? Ne de kitap satırlarını. Ama rüyalarda her şey netti. Gözsüz, yüzsüz insanlar, konuşmayan kadınlar, sisli yollar, paslı anahtarlar, trenler, köprüler… Hepsi daha gerçekti. Yavaşça kalktı. Mutfağa geçti. Çaydanlık boştu. Musluğu açınca, sessizlik içindeki mutfağa gürültülü bir ses doldu. Suyu koydu, ocağı yaktı. Rüyasının dağılmasını istemiyordu. Çay içerken sabahki rüyayı düşündü. Köprü yine aklındaydı. Taş kemer, suyun sesi, tren sesi, sessiz figür… Hepsini hatırlıyordu. Rüyayı Nurettin’in kapıdaki sesi bozmuştu. Ama görüntüler dağılmamıştı. Olurdu ama böyle. Rüyalar bazen yarım kalırdı. Sonra bir gün, kendiliğinden devam ederdi. Aynı yerden, aynı sesten.

***

İkindi vaktiydi. Nurettin henüz gelmemişti. Mutfaktaki çaycı bile sesini kısmış, kendi haline çekilmişti. Müzeyyen salonda, kanapede boylu boyunca yatıyordu. Televizyonda bir belgesel vardı. Tren yolculuklarını anlatan bir gezgin vardı ekranda. Dağların arasından bir tren geçiyordu. Uzun, ağır, kıvrımlı. Yılan gibi.  Gözleri yarı açıktı. Elleri göğsünde birleşmişti. Ekrana bakıyordu ama bakmıyordu da. Tren görüntüsü göz kapaklarının arkasına sinmişti. Gözlerini kapadı. Dağlar karardı. Tren sesi yaklaştı.

Tren büyük bir hızla ilerliyordu. Camın dışındaki görüntüler birbirine karışıyordu. Müzeyyen bir köyün içinden geçerken, başka bir köyü görüyordu. Ağaçlar iç içeydi. Çatılar, yollar, taş duvarlar… küçük tren istasyonları… Hepsi üst üste biniyordu.

Her şey bulanıktı ama netti de. Zamanın içinden geçiyor gibiydi. Ne başı vardı bu görüntülerin, ne de sonu. Müzeyyen pencereye daha da yaklaştı. Bir yere gidiyordu. Nereye gittiğini bilmiyordu. Bu dağlar bitecek, tren bir istasyona girecekti. Sonra inecekti ucu bucağı görünmeyen bu trenden. Ama inmek de istemiyordu. İndiğinde rüya bitecekti.

Tren büyük bir gürültüyle sarsıldı. Camlar bir anda yok oldu. Müzeyyen kompartımanın başka bir köşesine savruldu. Hava yüzüne kuvvetle basınç yapıyordu. Gözlerini açamıyordu. Uçacak gibiydi. Vagonun kenarına tutundu. Elleri camın olmadığı pencereye yapıştı. Bıraksa, savrulup gidecekti. Tren durmuyor, büyük bir hızla ilerliyordu karanlığın içinde. Avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı Müzeyyen. Kendi sesine açtı gözlerini. Nefes nefeseydi. Ter içindeydi. Kanepenin üstünde doğrulup oturdu. Dışarısı alaca karanlıktı. Gün bitmemişti ama ışığını kaybetmişti. Televizyon hâlâ açıktı. Kadın hâlâ anlatıyordu.

Müzeyyen dinlemedi. Sırtını koltuğa yasladı. Gözleri boşluğa bakıyordu. Rüyadan geriye sadece hız kalmıştı. Ve ses. Kendi sesi. Terliklerini giydi. Sehpanın üzerindeki çay bardağını aldı. Mutfak yönüne yürüdü. Kapının yanındaki aynada kendisini gördü. Yüzü solgundu. Göz altları gölgeli. Sanki rüyadaki trenin içindeydi. Durmamıştı. Yavaşlamamıştı. Susuzluktan dili damağı kurumuştu. Musluğu açtı, bardağa su doldurdu. Bir yudum içmeden önce pencereye baktı. Ağaçlar yalpa yalpa sallanıyordu. Dalları rüzgârla oynuyor, gökyüzü bastırıyordu. Yağmur ha yağdı ha yağacaktı. Asansör tamir edildiyse Nurettin’i beklemeden çıkabilirdi. Ama emin değildi. Suyunu içti. Öylece pencerenin önünde kaldı.  Yorgun hissediyordu kendisini. Uzun bir yolculuktan dönmüş gibiydi.

Pencere kenarında, geçen gün adresine gelen bir nikâh davetiyesi duruyordu. Ne zamandır dokunmamıştı. Uzanıp aldı. Bursa’daki yeğeninin nikâhıydı. Tarihe baktı. Haftaya Cumartesi… Üstüne başına bir şeyler alması gerekiyordu. Ayakta, düşünceli kaldı. “Vapurla mı gitsem?” dedi içinden. “Yoksa hızlı trenle mi?”

Kapı çaldı. Elindeki davetiyeyi tezgâha bıraktı, ağır ağır kapıya yürüdü. Salatalık ve yoğurt gelmiş olmalıydı. Kapıyı açtığında Nurettin kapıdaydı. Elinde küçük bir poşet, başı hafif yana eğilmiş, dudaklarında yorgun bir gülümseme.

“Nasılsın Müzeyyen abla?” dedi. “Salatalık ve yoğurt… Buyur.” Poşeti uzattı. “Vallahi in çık, yoruldum bugün.”

Müzeyyen poşeti aldı, Nurettin yüzüne baktı, bekledi.

“Rüyanın devamını gördün mü ? Uyuyup uyanmaktan sararıp soldun Müzeyyen abla. Bir doktora git istersen. Rüyaların bitmiyor. Yoruyor seni.”

Diğer elindeki poşeti bırakıp duvara yaslandı. Sesi biraz yumuşadı.

“Ara sıra bahçeye in. Hava al. Komşular Söğüt ağacının altında oturuyor bazen. Sen de katıl onlara.”

Cevap vermedi. Sadece baktı. Sonra usulca konuştu:

“Az evvel bir trenden indim Nurettin. Çok hızlı gidiyordu. Başımı döndürdü. Sonra… Camları patladı. Bilsen ne korkunçtu.”

Nurettin afalladı. Gözlerini kırpıştırdı.

“ Camları mı patladı? Nereye gidiyordu bu tren? Yalnız mıydın? Kimler vardı trende? Ee, ne oldu sonra? Allah Allah! Kabus bu!.”

“Ne bileyim Nurettin Allah Allah! Trende buldum kendimi işte. Bu bir işaret olmasın sakın? Haftaya nikâha gideceğim ya… Trenle mi gitsem, vapurla mı diye düşünmeye başladım açıkçası. Kafam karışık. Çok yorgunum. Şimdilik bir şey düşünmek istemiyorum.”

“Valla iyi düşün derim Müzeyyen abla. Çok karışık. “

Kapıdan çıkarken durdu Nurettin. Geri dönüp baktı.

“Gideceğin şehirde taş kemerli bir köprü falan da var mı, Müzeyyen abla?”

Gülümsedi. Şaka mıydı, merak mıydı, belli değildi.

Müzeyyen’in yüzü hiç kıpırdamadı. “Bilmem,” dedi. “Belki vardır, belki yoktur.”

Nurettin başını kaşıdı huzursuzca, ardından döndü, indi merdivenlerden. Arkasından seslendi: “Kaç para tuttu bunlar, Nurettin?”

“Hallederiz Müzeyyen abla.”

***

O gece uyuyamadı Müzeyyen. Düşündü durdu. Doktorunun verdiği uyku hapı da işe yaramamıştı bu defa. Vitrindeki eski aile albümünü çıkardı. Yatağına uzandı. Uzun zamandır eline almamıştı. Parmakları sayfalarda yavaş yavaş ilerledi. Çocukluğu Bursa’da geçmişti. Albümdeki bazı kareler oradaydı. Bir bahçe, bir ev, bir okul, bir düğün, eski dostlar… Hepsi tanıdıktı. Ama hepsi çok uzakta kalmıştı. Ne annesinin sesini hatırlıyordu, ne babasının. Yüzleri belliydi, ama sesleri yoktu artık. Albüm, gidenlerle dolu sessiz bir odaya benziyordu. Kapısı açılmış, içeri bakılmış ama girilmemiş gibiydi.

Nikâha ne giysem diye düşündü. Bir etek blûz olurdu belki. Yakası volânlı, bebe mavisi şifon bir blûz. Altına da lacivert bir etek… Ayakkabısı vardı zaten hal-i hazırda. Ya da mevsime uygun siyah bir elbise… Siyah her zaman asildi. İnci küpelerini de taktı mı tamamdı. Hepsini kafasında oturtmuştu.

Albümü kapattı. Başucuna koydu. Gözlerini kapadı.

***

Gecenin bir yarısıydı. Gar sessizdi. Sarı bir ışıkta bekliyordu tren. Tüm kompartımanlar boştu. Müzeyyen’e özel kalkıyordu adeta. Trenin içine girdi. Kompartıman boyunca ağır ağır yürümeye başladı. Topuklu ayakkabılarının sesi yankılanıyordu. Oturduğu her koltuktan kalkıp bir başkasına geçti. Sürekli yer değiştiriyordu. Tren hareket etmişti. Ağır aksak ilerliyordu. Pencerelerin dışında karanlık vardı. Ne şehir ne ışık. Sadece kendi yansımasını görüyordu. Tren büyük bir gürültüyle ilerlemeye başladı. Kalbi ağzından fırlayacak gibiydi.  Nefesi daraldı. Taş bir kemerin üzerinden geçti hızla. Vagonlar savruldu. Freni patlamış bir otobüs gibiydi.

Müzeyyen’in bedeni yatakta trenle birlikte sarsılıyordu. İki eli çarşafı sıkıca kavradı. Göğsü yukarıya kalktı. Tepelerin arasından, tünellerin içinden geçiyordu tren. Birden karanlığa gömüldü. Ne ışık vardı dışarıda, ne ses içeride.

Sakinleşti. Kımıltısız.

Bir… iki… üç… Kapı çalıyordu. Alttaki komşuyla bağıra bağıra konuşuyordu Nurettin. Bir taraftan da zile parmağını dayamıştı.

Müzeyyen gözlerini açtı.  Yatak odasında güneş, ince bir çizgi gibi perde kenarından sızıyordu. Her yer hareketsizdi  ama içinde bir uğultu vardı. Kulağının içinde devam eden bir tren sesi… Kalkmadı. Gözleri tavanda dolaştı. Yastığın serin tarafında yüzünü gezdirdi. Rüya bitmemişti. Sadece başka bir katmana geçmişti. Uyusa, devam edebilirdi. O anda, kapı zili bir kez daha çaldı. Bu kez daha nazik, daha kısa.

“Ah Nurettin!”

Rüyasının bölünmesinden rahatsız olarak sıkıntıyla ayaklarını yavaşça yere indirdi. Terliklerini telâşsızca bulup giydi. Telâş etmiyordu, çünkü biliyordu ki Nurettin kapı açılmadan gitmezdi. Sabahlığını giydi. Saçlarını geriye attı. Esnedi. Aklı, yarım kalan rüyadaydı. Ne olabilirdi ki anlamı. Nurettin uyandırmasa tamamlanacaktı belki. Bu neydi böyle? Her sabah her sabah kapıya gelmek, rüyaları yarıda kesmek de neydi? Üstelik tembihliyordu. Tembihlemese hani neyse… Kapıya vardığında, karşısında yine Nurettin. Elinde büyükçe bir  zarf. Hafifçe gülümsedi.

“Ne var yine Nurettin? Saat kaç? Parmağını yapıştırdın zile!”

“ Öyle deme Müzeyyen abla. Üzülüyorum valla. Zarf gelmiş sana. Belki mühim bir şeydir diye düşündüm.” dedi. olanca enerjisiyle.”

Nurettin’deki enerji Müzeyyen’de olaydı ah!

Günaydın Müzeyyen abla, öyle deme. Üzülüyorum valla. Zarf gelmiş sana. Belki mühim bir haberdir deyip getireyim dedim. Rüyanı bölmedim inşallah. Vallahi bana yıllardır mektup gelmiyor… Bak bakalım kimden. Baktım ama anlayamadım. Evvelden ön kısımda gönderenin ismi adresi yazılırdı, baktım da şimdi hiçbir şey yok.”

“Sana da günaydın Nurettin. Sana ne kimdense kimden…”

“Niye bu sinir sabah sabah? Ne oldu gene Müzeyyen abla? Kötü bir rüya mı gördün.? Anlatmak ister misin?” “

Nurettin’in elinden mektubu hızla çekip aldı.

“Sağ ol.”

“Gidiyorum, bir isteğin yoksa,” dedi Nurettin. Gözlerinin içine baktı Müzeyyen’in. “Bugün çok işim var. Arasan bulamazsın.”

“Git Nurettin… İhtiyacım yok,” diyerek kapıyı Nurettin’in yüzüne kapadı.

Salona geçerken zarfa baktı. Kimseye mektup göndermişiliği yoktu ama bu adres kendisine aitti, yıllardır da değişmemişti. Zamanında bazı mektuplar almıştı. Cevapladığı, sonra unuttuğu satırlar… Belki o eski yazışmalardan biriydi kim bilir. Yıllar sonra dönmüştü. Zarfın üstünde sadece ismi ve adresi yazılıydı. Pulun üzerindeki damga silikti. Gönderen kısmı boştu. Koltuğun kenarına ilişti. Zarfı açtı. İçinden bir fotoğraf çıktı. Şaşırdı. Görüntüde taş bir köprü vardı. Üzerinde sırtı dönük bir figür.  Fotoğraf ellerinde titredi. Hatırlamıştı o ânı. “Unuttun zannettim,” dedi fotoğrafa bakarken. Taş kemerin altındaki kendisiydi. Piknik dönüşüydü…  Güzel bir akşam üzeriydi, güneşin turuncuya döndüğü saatlerdi… Kalbi hızlandı. Elindeki fotoğrafı zarfın içine yerleştirirken “o köprünün altından çok sular aktı Salih “diye mırıldandı. Zarfı masanın üzerine koydu.

Perdeyi çekti. Işık fazla geliyordu.

“Bu sabahki rüyayı Nurettin’e anlatmalıyım” dedi.

 Her şey gençlikte kalmıştı. O yıllarda gün, geceyle birlikte biterdi. Oysa şimdi sabah uyanmakla başlamıyordu; bitmeyen bir yorgunluğun devamıydı sadece. Daha düne kadar bir çiçeği koklamak için eğilebiliyordu. Şimdilerde eğilmek bile artık bir denge sorunuydu. Yabancı ama tanıdık. Uzak ama içinde bir yerlerde…

Müzeyyen zarfa baktı. Sarısı eski albüm sayfalarının rengine benziyordu.  Nuretti’in uzattığı zarfı aldı. Üstünde gönderenin ne ismi vardı, ne de adres. Damganın üzerindeki yazılar belirsizdi. Nurettin başka bir şey demedi, beklemedi. Merdivenlere yöneldi. Müzeyyen kapıyı kapamadan  zarfı ışığa tuttu. İçinde tek bir kâğıt vardı. Salona geçti. Kanepeye oturdu. Gözlerini kapattı. Trenin sesi yoktu artık. Sadece kalın bir sessizlik vardı. Bir de duvardaki saatin tik takları…

Resmi bir zarfa benziyordu.

edebiyathaber.net (10 Haziran 2025)

Yazının Tamamını Oku