Öykü: Sır | Feraye Gün      

2 hafta önce 4

Anneannem Feride, anneme hamileyken bir gece kâbuslar görmüş. Kâbus dağılıp giderken anneannemin kalbi, bir meleğin ona “sarih” diye fısıldamasıyla aydınlanmış. Uyanınca her sabah yaptığı gibi kahvesini ocağa koymuş. Balkonuna çıkıp yoğurt tenekelerine ekili yasemin çiçeklerine, kırmızı, mor, turuncu şellakilerine su vermiş. Anneannem kahvesini fincanına koyarken dedeme kâbusunu  ve uyanışını anlatmış. Bizim ailede rüyalara itibar edilir. Görülen rüya, özenle yorumlanıp gökyüzüne bırakılan bir kuş gibidir. Yaklaşık bir ay sonra annem Sarih dünyaya gelmiş. Sarih, yaygın bir isim olmadığından bana anlamını soranlar çok olmuştur. Berrak, açık demek. Bulutsuz gökyüzü gibi. Şüphesizlik! Temelden sarsıldığım duygu. Oysa ki karmaşanın hüküm sürdüğü bu karanlık dünyada ne kadar ferah bir anlamı var. Annem, isminin fonetiğine uygun, dal gibi zarif bir genç kadın olmuş. Esmer, mavi gözlü, kestane saçlı. Yirmi bir yaşında evlenmiş. Yirmi dört yaşında beni doğurmuş. Babam ben doğmadan önce bizi terk edip Roma’ya yerleşmiş. Hiç görüşmedik. Bazen sabah kuşağı programlarında biyolojik ailesini arayan katılımcıları izlerdim. Onların ailelerine duyduğu merak, bende babama karşı hiç uyanmazdı. Boşanma travması yaşayan, babası annesini aldatan arkadaşlarımın ne hissettiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Üzülmüş görünüyorlardı. Bu durum bana hiç inandırıcı gelmiyordu. Çocukluğum annemin büyüleyici gölgesi altında geçmişti.

İlk gençlik yıllarımda babamın bizi neden terk ettiğini sorgulamaya başlamıştım. Annem kendisine dalgın bir poz takınıp önceden kurguladığı cevapları veriyordu. “Baban” derdi. “İyi bir insandı. Ama aile kuracak yapıda biri değildi. Sonradan sorunlar yaşayacağına yokluğuna küçükken alışman daha iyi oldu.” Böyle cevapları ikna edici bulurdum. Annemi hiç üzgünken veya acı çekerken gördüğümü hatırlamıyorum. Bu açıdan sevinirdim. Yetişme çağımda annem gibi giyinmeye, başkalarıyla onun konuştuğu gibi konuşmaya çalışırdım. Babamın beni merak etmeyişini zaman zaman tuhaf bulsam da annemi taklit etmekle meşguldüm. Babama ihtiyacım yoktu. Belki de bu ihtiyaçlar sonradan icat edilmiş şeylerdir.

Babama ihtiyaç duymasam da onu sosyal medyada araştırdım, bulamadım. Annem, babamın böyle şeylerle uğraşacak biri olmadığını söylemişti. Evdeki eski fotoğraflarına bakmayı severdim. İspanyol erkeklerine benziyordu. Kendinden emin bir havası vardı. Resmini görseniz, tam aile kurulacak biri dersiniz. Babam hakkında sahip olduğum kısıtlı bilgiler, boş bir levhaya kazınmış notlardı. Bir gün babamla tanışacağımıza dair derin ve gizli bir umudumun olduğunu on sekiz yaşımdayken onun ölüm haberini aldığımda fark ettim. 

Annem de anneannem de babamın vefatını uzaktan bir akrabanın vefat haberi gibi almıştı. Biraz şaşkınlık, yüzeysel üzüntü. Roma’da yaşayan babam, trafik kazasında vefat etmişti. “Alkollüymüş” dedi anneannem. Geçmişte de alkolik olduğunu ve annemden sonra evlendiğini öğrenmiş oldum. Belki de bizimkilerin bana anlattığı aile kurmaya uygun olmayan adam imajı, annemin kendisini teselli etmek için uydurduğu bir hikayeydi. Gerçekler, kriz döneminde ortaya çıkar. 

O günlerde arkadaşlarımla Kapadokya’ya gezi düzenlemiştik. İptal etme gereği duymadım. Kapadokya’da dört gün kaldım. Asma bahçeleri, taş evler, mor çiçekler, krema gibi sivrilmiş  tepeler. Sıkıntılı kalbimi dindiren mistik bir havası vardı. Gül vadisinde yürüdüm, taş odamdan güneşin doğuşunu izledim. Son gecemizde rüyamda gündüzünde mavi fularımı bağladığım dilek ağacını gördüm. Boncukları ve rengarenk dalları ile yürüyordu. Anneanneme anlatmak için sabırsızlanıyordum. 

Dönüş yolculuğunda bizim gibi lise son öğrencileriyle üniversiteden bir grup aynı otobüsteydik. Babamın Roma’da evlendiği kadının nasıl biri olduğunu düşünüyordum. Kaç senelik evli olduklarını bilmiyordum. Sarışın, genç ve düzeysiz esprilerden hoşlanan biri olabilirdi. Annem, esmerdi ve ciddi biri sayılırdı. Bunları hayal ederken dalmışım. Garson yanımdan geçince uyandım. Kahve istemek için arkama doğru döndüğümde şok oldum. Babam arka çaprazımda oturuyordu. Aynı bakışlar! Hikâyenin bu kısmına kadar adını bile bilmediğiniz babam. Gerçeklik duygumu test edercesine yanımdaki arkadaşıma heyecanla “Saat kaç?” diye sordum. Saatin ne önemi vardı ki bu adamın babam olması için yıllara ihtiyacı vardı. Kendime geldiğimde tuhaf bakışlarımı gören gelecekteki eşim bana gülümseyerek selam verdi.

Evlendiğimizde çocuk sahibi olmak istemiyordum. Bu nedenle terapi alıyordum. Artık sıradan tercihlerimiz bile psikolojinin konusuymuş gibi davranılıyor. Yirmi gün arayla gittiğim psikoloğumda altıncı haftam. Penceresine erguvan dalları uzanan, ferah bir mekan. Son seanstan beri geçen günlerim ve kötüleşen evliliğim hakkında konuşuyoruz. Doktorum, babamı tanımadığım halde ona benzeyen biriyle evlenme kararımın üstüne gidiyor. Sözünü kesip araya giriyorum, “Babamın fotoğraflarına çok anlam yüklemiştim. Şimdi bile yaşıyormuş gibi hissediyorum. Çocukken fotoğrafına bakarken koluna çimdik atsam bağırırdı. Canlıydı.” diyorum. Doktor “Ama anılarınız yoktu.” diyor. Anılarımız olmadığı için özlemiyordum. Bu da işime geliyordu. Doktor aniden herhangi bir konuda hayalim olup olmadığını soruyor. Konuşma akışına uygun olmayan bu soru karşısında afallıyorum. Birkaç saniye dalıyorum. Dalgınlık ve konsantrasyon bozukluğu gibi notlar düşmemesi için hemen kendime geliyorum. “Çocukken annem gibi olmayı hayal ederdim.” diyorum. Doktor bir şeyler karalamaya devam ediyor. Merak ediyorum acaba anlattıklarımı mı yoksa hâl ve hareketlerimi mi not alıyor. Belki de resim yapıyordur. Amacım bu terapi macerasından bir an önce mezun olmak. Annem yaşadığı sorunlara rağmen psikoloğa ihtiyaç duymayışıyla övünür. Ne tipim ne huyum anneme hiç benzemedi. Mürekkep testinden geçmemiş, terk edilmesine rağmen sevinçli bir yaşam sürmüş, sağlıklı. Aslında ne annemin ne eşimin duygusal katmanlarına inemiyor, onları neredeyse tek boyutlu canlılar gibi görüyordum. Annemin büyülü akvaryumunda büyümüş, eşimin çoğunlukla çocuk muamelesi yaptığı, babamın yarattığı yokluk travmasının kimliğimin parçası olmasından korkan bir kadındım. Çocuk kadın. El attığım her işte yarım kalmış bir proje gibiydim.

Bizdeki tatsızlığı bilen annem yıllardır sakladığı sırrını benimle paylaştığında kendimi daha iyi hissedeceğimi düşünmüş olmalı. Benimle önemli bir konuyu konuşmak istediğini söylediğinde evine gittim. Lafı uzatmadan titreyen sesiyle sırrını paylaştı. Anlattıkları bir duvara çarpmış gibiydi. Anneme boş gözlerle bakıyordum. O gün büyümüş müydüm küçülmüş müydüm? Anneme nasıl bakmıştım? Babam için ilk kez üzülmüş müydüm? Annemin başka sırrı var mıydı? Sarih, güzel ve bencil biriydi. Sırrını paylaşınca yeniden doğmuş gibi gözüküyordu. Mavi gözleri ışıltısını bulmuş, gölgeli yüzü aydınlanmıştı. Yüzünde yakınlarından sırlar saklayanlara özgü gölgeleri daha önce hiç görmemiştim. Belki babamı annemden daha iyi tanıyordum. Belki anılar sadece kurgulanmış bir geçmişti. Sırrın kendisi değil de yıllarca bunu saklamış oluşuna üzülmüştüm. Üzülmek bile sayılmaz. Yabancısı sayıldığım bir yaşamda yeniden, bir kez daha, daha uzağa düşmüştüm. Annem yüklerinden kurtulmuştu. Her şey bu kadar basitti. Anlayışla verdiği sırrı kabul ettim. Şaşırmamış oluşuma şaşırsa da öfkelenmeyişime sevindi. Annem, babamdan –terk edilmişliğin verdiği kibirle- hamile olduğunu gizlemişti. Bu sırrı, doğaçlama yaparak karşılayıp rolümü oynayıp izin istedim.

Annem beni yıllarca sorulardan kurduğum hapishanede tek başıma bırakmıştı. Evime doğru yürüyordum. Kalbim atmıyordu. Etrafımdaki her şey kayboluyordu. Binalar, sokak kedileri, arabalar, caddeler, insanlar, yürüyen dilek ağacı… Hızla yok oluyorlardı. Ben de yok olmak istiyordum. Yok olan sorularım gibi. Anneme duyduğum öfkeyi bastırmak için babama olan özlemime sığınmaya çalışıyordum. Olmuyordu. Hiçbir his güvenli değildi. Müthiş bir kayıtsızlık içinde geçireceğim yıllarımın ilk günleriydi. Ben yürüyordum. Her şey yok oluyordu. 

edebiyathaber.net (31 Mayıs 2025)

Yazının Tamamını Oku