“Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi” Romanı Üzerine Bir Deneme | Bircan Turan

3 gün önce 1

“ İyi bir romanda, bir seferinde anlayabileceğimizden

daha fazlası olur hep.”

                                                                                   ( Flannery O’Conner )

“Parçalanmayı Bekleyen” adlı romanımda şenlikli bir maceranın ortağı yaparak saygıyla andığım, kendisine, “Gölgeler ve Hayâllerin Şövalyesi” adını yakıştırdığım, “Don Murat Gülsoy La Boğaziçi’nin, değerli yazar Murat Gülsoy‘un yeni romanını henüz okudum. “Çıktı” haberlerini günlük gazetelerden aldığım ve heyecana kapılarak merak içinde beklediğim, “Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi” adlı bu eser; keyifle okuyorken beni sarmalayıp derinine çeken, düşündürerek kimi kısa notlar aldıran bir kitap oldu. Pek yapmadığım bir şeyi yapıp notlarımı derlemeye, düzene sokup toparlayarak bir yazıya dönüştürmeye, kendimce önemseyerek altını çizdiğim kimi ayrıntıları paylaşmaya karar verdim. Zira hemen iç kapağına düşülen “Belgesel Roman” notuyla, okura farklı bir eserle karşı karşıya olduğu mesajı verilen bu kitap bize; hayâl mi, yoksa gerçek mi kuşkusuna kapılmaksızın okunan Ressam Vasıf Ekrem Yelda’nın otobiyografik hikâyesinin ötesinde detaylar sunuyor: Memleketimiz, insanımız; toplumsal, siyasal, kültürel, tarihsel ve dini kimi hasletlerimiz; düşünce sistemimiz, inançlarımız, yaşama ve davranma biçimimiz, sanatımız ve sanatçılarımızla yer yer tüm bunları var ederek bugüne taşıyan genetik kodlarımıza ve bunları inşa edip yapılandıran köklerimize dair birçok detay… Satırlar arasında kaybolup gitmiyor, incelikli düşüncelerle yoğrulup sorular üretiyorsunuz. Farklı bir bağlamda da olsa, ne diyordu Barthes: “Çünkü edebi eserin -eser olarak edebiyatın- amacı, okuru metnin bir tüketicisi değil, üreticisi haline getirmektir.”

Elbette her kitap kendi kendinin örneğidir, ama bu kitap, içerdiği özelliklerle yeni ve farklı, edebi estetik anlamında özgün, yaratıcı ve modern roman sanatımızda ayrıcalıklı bir eşik sayılabilecek türden bir romandır.

Romanın kapağındaki resim sadece renk, ışık, gölge ya da içerdiği görsel ayrıntılar yönüyle değil, kitaba düşülen şu çarpıcı notla da hem ilginç hem de etkileyici: “Murat Gülsoy tarafından Midjourney Programı kullanılarak tasarlandı.” “ChatGPT” adlı yapay zekâ programıyla hayatımıza giren şiir, senaryo, makale ve roman “yazabilen” makine ve insan, makine ve sanatçı eliyle son dönemde üretilen “eserler” tartışmasına burada girmeyeceğim. Ancak şunu söylemeliyim ki, dikkatli bir okur için kapak resmi, bu resmin yaratım sürecine ait “Midjourney” notu ve bunları adım adım tamamlayan “Belgesel Roman” nitelendirmesi ile eseri tamamlayan “Retrospektif” kataloğu, daha romana başlarken bize, “Hazır ol,” diyor, “gerçekte saklı kurguyu, kurguda saklı gerçeği bakalım çözebilecek misin?”

 Bilmeyen bilmez, fakat sayfalar ilerledikçe, resim tarihimizin gerçek isimleriyle karşılaşıyor; dahası Ahmet Hamdi ve Nazım Hikmet gibi usta edebiyatçılarımızla selâmlaşıyor; Feyhaman Duran, Nazmi Ziya, İbrahim Çallı, Fikret Mualla, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Aliye Berger gibi ustalarla yolu kesişen Ressam Vasıf’ı görünce şaşıp hayıflanıyorsunuz: “Hay Allah! Bunca ismin arasında bu kadar hünerli bir ismi, nasıl oldu da atladım?!”

Roman bizi alıp bir memleket yolculuğuna çıkarıyor 1890’lardan 1968’e…  Hem Ressam Vasıf’ın hem de Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ve nihayet 1960’lar Türkiye’sine, bir sanatçıyla memleketinin hâlipürmelâline bakıyor, görüp anlıyoruz.

Ressam Vasıf Ekrem Yelda, 1890 yılında İstanbul’da dünyaya gelir. Çocukluğu Çamlıca’da, ailesinin köşkünde geçer. Resmin, genel olarak sanatın büyüsüyle, tuvalin üzerinde oynattığı irili ufaklı fırçalarıyla “şeyleri” bir var, bir yok kılan amcası askeri hâkim Tevfik Rüstem sayesinde tanışır. Temel eğitimi Mekteb-i Sultani’de, Viçen Arslanyan’dan alır ve amcasının resim kutusu, fırça ve boyaları ile daldığı o esrarengiz dünyanın büyülü atmosferiyle Fransa’ya gider. Beş yıl kadar bir süre burada, Paris’te kalacak ve “Asıl ustam!” dediği Georgette Valane’ın atölyesinde çalışacaktır. Sonraları Galatasaray’da ve Akademi’de hocalık da yapacaktır, ancak hep eksik, hep yarım kalacaktır. Tıpkı hayatı boyunca karıştığı daima eksik, daima yarım hayat ve aşkları gibi. Giz dolu, sır dolu, haz dolu ilişkiler yaşar. Acıları da hazları gibi doruklardadır.

Ressam Vasıf’la birlikte biz de bir tür “geçmiş zamanlar rüyasına” dalıyoruz. Abdülhamid dönemine, amcası sayesinde bağlandığı resim sanatı üzerinden memleket hikâyemize, ileri ve geri yanlarımıza, sittin sene geçse de değişmeyen kimi acı gerçeklerimize…

Tevfik Rüstem’le, “Resim yapmak günah mıdır?” konuşması, somut bir örnektir. “Aslında nasıl da kudurmuş bir ırmağın içinde olduğumuzu idrak edebilsek,” der, amcası. Betimlediği o “kudurmuş ırmak” bizim hakikatimizdir. Her şey öyle ya da böyle gelip geçecek, ama resim kalacaktır. Korkunun nedeni, sanattaki ölmezliktir; sonsuzluk… Sanata düşmanlığın, onu bir suç ya da günah saymanın sebebi de…

Genel anlamda sanata özgü sihrin; yani fırça, boya, kalem, kâğıt, kamera ya da uğraşılan, sanatın hangi dalıysa, o dala özgü aparatlarla somutlaştırılan, tanımlanarak insanın eline verilen, bir güç olduğunu görüyoruz. Var etmek ve yok etmek kudreti… Ki, bu, tanrısal bir kudrettir. Korkunun temel sebebi de bilhassa budur. Resme tutkuyla “girişen” Vasıf’ın kulağına şu cümleyi üfler köşkün kalfası: “Sakın gölgesi olan bir şey çizme!” İnanç sistemimizin körlüğünün altı, bu cümleyle çizilir. Genel perspektif yoksunluğumuzun kökleri de burada mıdır acaba? Gölgesiz olmasına özen gösterilen minyatür çizimlerimizi hatırlayın, lütfen!       Kitapta, belli başlı meselelerimizle ilgili “fragmana” dönüşebilecek türden paragraflar var. “Eskiden hikâyeler hürmüş, onları anlatanların malı değilmiş,” cümlesinin beni alıp Walter Benjami’nin “Hikâye Anlatıcısı”na, o değerli eserde sözlü – yazılı anlatı üzerine kurduğu paragraflara götürdüğünü söylemeliyim. Ya da “alelâde insan”la sanatçı arasındaki farkı vurgularken ele alınan “üçüncü göz”le, “gönül gözü”yle görmek detayı… Sanatçının, “zahiri dünyanın arkasındaki başka bir hakikati görebilme arzusu” üzerine kurulan paragrafı da örnek gösterebilirim. Murat Gülsoy, aynılıkta yakalanan farklılık olgusuna dikkat çekerek, Samuel Beckett’ın felsefi inceliğiyle buluşmaktadır.

Şimdi romana dair birkaç teknik notu düşecek, peşi sıra, “M.G.” imzasıyla kitaptan türettiğim soruları -bazıları retoriktir!- sıralayacağım. Zira birçoğu ele alınıp düşünmeyi gerektiren, çoğu kez dar çevrelerde sorgulanmış, ama unutulmuş, yahut es geçilerek bir kenara bırakılmış bize, memlekete, memleket insanına, sanatına, sanatçısına dairdir.

Ressam Vasıf Ekrem Yelda’nın bizzat kendi ağzından dinlediğimiz hayatı; ölümünden bir sene kadar önce 1967’de, makaralı bir teyple yanına, evine gelen gazeteci Ali Halit Doğan’ın kalemiyle bir nehir söyleşiye dönüşüyor, örneğin. Standart bir söyleşi aktarımıyla sunulsa sıkıcı olacağı çok açık tekrarlı soru – cevap basitliği yerine Murat Gülsoy’un “icat çıkardığını” ve Ali Halit Doğan’ı, anlatı boyunca hiç, ama hiç konuşmadan konuşturduğunu görüyoruz. Eser boyunca gazetecinin yegâne varlığıyla konuşup söyleştiğini biz ancak şu iki alt alta sıralı işaretle anlıyoruz:

            …

            …

Yaratıcı, işlevsel, metne kesin bir akıcılık sağlayan biçimsel bir buluştur.

Her biri özel başlıklı, ifade yerindeyse “tablo adı gibi” başlıklara sahip bölümlerin hepsi, hem otobiyografik hem de memlekete dair tarihsel, siyasi, sosyal ve düşünsel diyebileceğim ayrıntılar içermektedir. Ders verir gibi olmayan, ancak okura anlatır, okurla söyleşir, ona sorar ve hatta yer yer ondan cevap ve onay ister bir üslupla yapılır bu. “Galeri” başlıklı bölüm sonu kısımlarla da, o bölümde geçen kimi unsurların, kişilerle olayların katmanları açılır. Birkaç tablo, bir diploma, belki bir karne ya da bir gazete küpürü ile roman, belgesel bir gerçeklik kazanır.

Dil, çok özenli; olayların yaşandığı tarihsel kesitler unutulmadan, döneme hâkim konuşma, söyleyiş biçimleri gözetilerek inşa edilmiş; buna rağmen yabancılamadığımız, mesafeli bulmadığımız, akıcı, rahat bir dildir. Sözcük seçimi, kullanılan deyimler ya da Vasıf’ta hercümerç olan çoklu kültüre atıf niyetiyle sıralanmış Fransızca yahut Almanca, Latince cümleler, gönderme ve alıntılarla da esere apayrı bir tat ve güzellik katılmış. Ele alınan konuya, temaya, karakter ve ona has kişiliğine, geçmişiyle birikimine yakışır, ustalıkla kurulmuş, göz alıcı, estetik bir dil.

Bunu resim tarihimiz, teknik olarak resim sanatı, renk, ışık, gölge, karanlık, perspektif, fırçalar ve kullanım biçimleri üzerine kurulan paragraflar da da görmemiz mümkün. Romanın hazırlanışında, teknik detaylar kadar, ülkemizin resim tarihine de sıkı bir çalışma yapıldığını anlıyoruz. Zaten kurmaca bir kişi olan Ressam Vasıf’ın, bizi şaşırtacak ölçüde gerçek kişilerle olayların içine girip çıkması, tam da bu nedenle gayet doğal ve zorlamasız, dahası çok akıcı, şüphe duymaksızın okumayı sürdürmeye teşvik eden dil ve emek sayesinde olmuş. Romanın ilerleyen bir yerinde Ressam Vasıf, “Sanatçı için sınır yoktur,” diyor. Aslında romanın bizzat kendisi bunun kanıtıdır, diyebilirim. Zira eser ve onu tamamlayan broşür ile tüm diğer detaylar; resim sanatı, ışık, renkler, gölge, çizgi, boşluk, perspektif oluşturma üzerine usta işi teknik bir anlatının doğallığı bize bunu gösteriyor. Yazar olmanın, yazmak denilen uğraşın, belki de yazında iddia sahibi olmanın güzel, anlamlı ve bir o kadar da cesur örneklerinden biriyle karşı karşıyayız. 1890’lardan başlayarak etüt edilmiş sanatımız, sanatçılarımız, genel anlamıyla resim tarihimizle sosyal, siyasal, kültürel gerçeklerimiz üzerine bina edilen bir eser olarak bu kitap, sözünü ettiğim yanlarıyla “Romanın Hazırlanışı” konusuna da örnek niteliğindedir. İşte bu nedenle romanın derinliğinde sadece bir sanatçı ve onun farklı cinsel yönelimlerini içine alan gizli aşklarını değil, farklı birçok katmanı da buluyoruz. Tam bu noktada J.P. Bishop’ın cümlesini hatırlayıp, bu bölümü kapatarak “M.G.” imzalı sorulara geçelim. Şöyle diyordu Bishop:

“Cezanne elmalar ve masa örtüsü yaptı deyip de Cezanne’ın ne resmettiğini söylemiş olmazsınız.”

Okurlarını metnin tükecitisi değil, üreticisi haline getiren Murat Gülsoy‘un romanından “ürettiğim”, düşünülüp tartışılmasını umarak sıralayacağım “M.G.”li soruları şöyle not edebilirim:

-Hafıza, acayip bir sinema makinesi midir? Eğer öyleyse, makinisti akıllı mıdır, deli mi?

-Hikâyeler, eskiden hür müydü? Yalnızca bir vakanın nakledilmesi miydi? Yoksa bütün bir ruh halinin muhafaza edildiği canlı bir hafıza mı?

-Sanatçı, kendisini teşrin masasına yatıran kişi midir?

-Halkımızın iki ana hususiyeti şu mudur: Şaşırmamak ve hiçbir şartta özür dilememek?

-İnsan hayret eden hayvan mıdır?

-Büyük sanat eserleri neden hep başka eserleri hatırlatır? Herhangi bir şey sıfırdan çıkar mı?

-Osmanlı’dan bugüne, biz de meydanlar park gibi yerler neden sevilmez?

-Bir insanın en başat hocası tabiat mıdır?

-“Alelâde insan,” yaşadığı ân’ın kendine has hususiyetini idrak edemez mi? Peki, ya sanatçı? O, farkları görüp hisseden ve anlatan mıdır?

-Asıl sır, görünenden başka bir sır olmadığı mıdır?

-“Sanatçı” denilen kişide, bir “Sisifos inadı” olmalı mıdır?

-Resim basit bir ayna mıdır? Yoksa hakikati kendinden menkul bir varlık mı?

-Sayfa yahut tuvaldeki boşluk ve onun “rezistansı,” ortaya çıkacak eserin bir tür dinamiği midir?

-“Ustalık,” yaratıcı ruhun ölümü müdür? Öyleyse, niçin? Bildiğini geri dönüp tekrarlamak, sanatçı için neden tehlikelidir?

-Bizde “modernleşme” askeri ihtiyaçlardan mı başladı? “Mecburiyet” olmasaydı modernleşemez miydik?

-Dinimize göre resim yapmak günah mıdır? Öyleyse, resmi günah sayan bir dinin son halifesi, Abdülmecid, neden ressamdır? Yalnızca bu olayda değil, genelde, hemen her alanda bizim memleketin şöyle bir “psişik sorunu” var mıdır: “Ricat-ı süprese”?

-Herhangi bir şey sıkıştırılıp bastırılınca yok edilebilir mi?

-“Lapacı baba”lar, “despot baba”lara göre ehven-i şer midir?

-Sanatçı, tesir altında kalmaktan korkmalı mıdır? Tesir altında kalan sanatçı, kendini başkasında kaybetmiş sayılır mı? Ya da tam aksi, her çizgi ya da cümlede, senelere uzanan kolektif bir aklın ürettigi muhteşem bir kültür mü vardır? İyi, ama sanat, ferdi bir uğraş değil miydi?

-Aşk ile hasret, birbirine dolanan iki yılan mıdır? Kayıp hasreti, hasretse aşkı mı duyumsatır?

-Ressam bir yer, bir nesne yahut bir insanı çizse de aslında kendi ruhunu mu resmeder?

-Resim yapmak neden bir nevi itiraftır? Daha çok ışığı, derinimizdeki karanlığı resmetme arzusuyla mı ararız?

-Sanatsal bir eserin kendinden başka bir anlatıcıya ihtiyacı var mıdır? Sanat eğer aşk gibiyse, ikna yoluyla aşk mümkün müdür? Mümkünse buna romans mı, yoksa acıklı komedi mi denmelidir?

-İnsan kendi hayatını anlatırken objektif olabilir mi?

-Aileler için, onlar da devletler gibi bir seyir izlerler, denilebilir mi? Doğar, genişleyip büyür, geriler ve çökerler mi?

-İnsanın talihi karşısında planlar yapması naiflik midir?

-Hayatın renklerini bulmak, bir ressam ve paleti için olası mıdır?

-“İttihatçılar” için, masadan bir türlü kalkmayan kumarbazlar gibi davrandılar, diyebilir miyiz?

-İnsanlığın en kötü, en çirkin ve karanlık yüzü savaş mıdır?

-Ne demektir  “güzel”? Bir hesap işi midir, yoksa bir ahenk mi?

-Hatıralarımız, ölümsüz hortlaklarımız mıdır?

-Gençken hakiki bir ikinci hayat olan rüyanın renkleri yaşlılıkta solar mı?

-Başkaları olmasaydı biz, biz olamaz mıydık?

-İnsan yanar döner bir ruh mudur? Bazen öyle, bazen böyle… Peki, bu, belli bir hudut dahilinde midir? Varsayalım o hudut geçildi, geri dönmek mümkün müdür? Sanatçı o hududa yaklaşan, hatta ötesini seyredense, öte tarafa geçip sınırı aşanlar kimlerdir? Deliller mi?

-Delilik için, kelimelerin zincirlerinden kurtulmakla eşdeğer bir şeydir, diyebilir miyiz?

-Mazi, hatırladıklarımızdan, hatta hatırlamak istediklerimizden keyfi bir biçimde uydurduğumuz bir hikâye olabilir mi? Bir çeşit ilüzyon?

-Mahşer için, bu dünyada hakkı yenilmişlerin garip bir tesellisidir, denilebilir mi?

-En büyük imtihan başkaları mıdır? Sizi hiç tanımayanların verdiği hükümler..?

-İnsan için, “Tamam, ben oldum,” düşüncesi neden tehlikelidir?

-“Zirve” nasıl bir yerdir? Stabil olabilir mi? Ne kadar sivriyse, bir o kadar tehlikeli ve düşüşe yatkındır, diyebilir miyiz?

-Aynaya bakmayan insan, unutur mu? Unutursa neyi unutur? Kendini mi? Yüzünü mü? Yaşını mı? Neyi?

-Kader, acımasız bir roman yazarı mıdır? Sadist bir yazar… ?

-Sanatın temeli olan “tek olma hissi,” insan olmanın da temeli midir?

   -“Mükemmel”, zanaatçı için neden geçmişte, sanatçı için neden gelecektedir?

-İnsan ruhunun cinsiyeti var mıdır?

-İnsan kendine hangi korkular- yüzünden sınırlar çizer?

-“Cemiyet” bir tahterevalli midir? Neden birileri yükselirken, birileri illaki iner?

-“Delilik” ile “dâhilik” eşdeğer şeyler midir? Ya da bu, toptancı bir fikirdir, diyebilir miyiz?

-Başka yerlerde emsalleri olan bir şey /  bir eser, orijinal olabilir mi? Bizi çok iyi anlatan saçmalıklarımızdan biri şu olabilir mi: Bir şeye değer vermek için önce ecnebi memleketlere bakıp bir örneğini aramak?

-Sanat, mitolojik hikâyelerle şahsi tecrübelerin çocuğu mudur?

-Sevgisizlik insanı üşütür mü?

-Ressamın iki eşit düşmanı zifiri karanlık ile çiğ bir aydınlık mıdır?

-Yaşlılığın en fena tarafı, insanlara bir kez daha rüştünüzü ispat etme zorunluluğu olabilir mi?

-Eviniz kaleniz midir, hapishaneniz mi? Yahut her ikisi birden..?

-Bizim insanımız kayıt tutmayı sevmez! Neden?

-Bizde insanın kendine, yaşadıklarına özel bir anlam atfetmesi neden makul bulunmaz? “Nefsini silmek” olgusunun, bununla bir bağlantısı var mıdır?

-Hakikat, birbirinden farklı yüzlerce yün yumağının karışımından oluşan bir keşmekeş midir? Anlatırken sadeleştirmemizin sebebi bu olabilir mi? Yoksa hata mı ediyoruz?

-Resim ya da genel olarak sanat, bir fikrin propagandasını yapmaya soyunduğunda, sanattan uzaklaşır mı? Böyle bir sanatçı için, o fikre hizmet eden bir memurdur, diyebilir miyiz?

-Talebesi de sanatçının bir eseri sayılabilir mi?

-Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, tarihi baştan başlatmış ve içinde yalnızca Türklerin olduğu bir tarih yazmış olabilir miyiz?

-İnsan ne yaşarsa ona göre mi resmeder?

-Aşk bir istisna, hatta bir iltimas mıdır?

-Değiştirme gücünüz yoksa anlamak neden iyi bir şey değildir?

-İnsanın ömrü, bir şehrin ömründe ne kadar yer tutar? “Hiç” denebilir mi?

-Eşyaya, dünyevi zenginliklere kıymet vermeyen Doğu felsefesi için, Komünizmin menşeidir, denilebilir mi?

-Sanatla, kültürle hemhal olan insan, savaşı sevebilir mi?

-İçinde nelerin saklı olduğunu bilmediğimiz için mi karanlıktan korkarız?

-Mazisini tümüyle unutarak başka biri şeklinde bir hayat sürdürmek olası mıdır?

-Sanatta objektif diye bir şey yok mudur? Her şey subjektif midir?

-Aşk da bir sanat mıdır? Öyleyse malzemesi nedir?

-Sanat, sanat eseri yoluyla sanatçının ruhunun yansıması, hayat ile geçip giden zamanın, bir anlamda hayatın kaydıdır, diyebilir miyiz?

-Sınanmamış bir dostluğa dostluk denilir mi?

-İyi insan olmak neden zordur? Bedeli neden ağırdır?

-Cennete gitmek hesabıyla işlenen sevaplar, hakikaten ne denli sevap sayılabilir?

-Baktığı yerde yaşama ihtimallerini değil de kaybolmuş olanların gölgelerini gören insan yaşlı mıdır, genç mi?

-Aşk, uzviyetin topyekün isyanı mıdır?

-Her şey insanın tesir etme kudretiyle alakalı mıdır? Tesiriniz yoksa arayıp soranınız da olmaz mı?

-Yalanı yaşamak alçaltıcı bir şey midir?

-Mahcubiyet için, masumiyetin zorunlu bir neticesidir, diyebilir miyiz?

-Hayat, arzularımızla korkularımızın savaş alanı mıdır?

-İnsan kendi tarihini yazabilir, ama kendini zorla tarihe yamayabilir mi?

-Yaş almış sanatçı için en mühim şey nedir?

-Siyaset, insanın en çirkin yüzünü pervasızca gösterdiği bir arena mıdır?

-İdam, devletin taammüden insan öldürmesidir, denilebilir mi?

-“Öteki taraf,” acaba çocukça bir hayâl midir?

-Yazarın kendine ait bir odası olmalı mıdır?

-Bir resim karşısında herkes aynı şeyi hissediyorsa, o, sanat olabilir mi?    

-Kimisi büyük, kimisi küçük birer adaysa insan; hayatın son safhasında idrakine varacağımız yeğâne hakikat ne olabilir? Kendi sınırlarımız mı?

-“Benden beklenen bu, böyle yapmalıyım,” diyen insan, kendinden uzaklaşır mı?

-Sanatın en temel prensibi samimiyettir, diyebilir miyiz?

-“Aman, şöhret afettir!” diyen Ahmet Hamdi Tanpınar haklı mıdır?

-Hayat eğer renkse; herkes için uygun bir kıyafeti biçip dikmek mümkün müdür?

-İçindeki korkunç imkânların varlığını hep inkâr eden insan, bu nedenle mi tanrıya ihtiyaç duyar ve “mükemmel biri”ni arar?

-Anlatmak için, resim yapmak gibi bir şeydir, denebilir mi?

-Hikâyenin içine ayna konulabilir mi? Konulabilirse bu nasıl yapılabilir?

-Hakikat, belki de sadece anlatıldığında mevcudiyet kazanan bir hayâl olabilir mi?

Bütün bunların ardından sözü Ressam Vasıf Ekrem Yelda’ya vermek ve yazıyı onun cümlesiyle tamamlamak sanırım yerinde olacaktır:

“Roman sanatının bütün sanatlara göre üstün olduğu taraf: Başkalarının içini göstermekteki maharetidir.”

Başkası, önü sonu yolu bize çıkan patika /lar/dır.

Bu nedenle, Murat Gülsoy’un romanı, başkalarının içinde kendimizi görmek için okunmalıdır.

Goethe gibi, “Işık, daha çok ışık,” arıyorsanız…

*Bu yazı 08 Nisan 2023’te yazıldı, tekrar

elden geçirilerek baskıya hazır hale getirildi.

Geç oldu. Umarım temiz de olmuştur.

M.T / 08 Nisan 2025

Yazının Tamamını Oku