Roni Nasır Kaya: “Anlatılan sadece kurgulanmış bir hikâye değildir”

1 hafta önce 3

Söyleşi: Başak Canda

Anlatımdaki duygunun sarmalından çıkamadığımız bazı kitaplar vardır. Yazarı bizden biri yapan. Aynı duygu yapısındaki insanların ortak noktalarda buluşması kadar doğaldır bu. Kadercilik değil anlatmak istediğim. Kaderin de bizi biçimlendirdiği ama yapmamız gerekenin o biçimlendirmenin yanında ya da karşısında olarak tercihe giderken duyulan yakınlıktan bahsediyorum. Sadece kendi başına geleni değil, başkalarının yaşadıklarını hikâyeleştirirken kurgulamanın gücüne sığınır Roni Nasır Kaya. Onun kurgularında sinematografik bir anlatım var. Detaylarda gerçekler her zaman yerinde durur. Okuyucu bunu görür. Dolayısıyla okura kendini açan, okurla kalbini konuşturan bir yazar Roni Kaya. Öykülerinin duru anlatımıyla birlikte özgün bir sesi var. Sevgili Roni ile yeni çıkan kitabı Atların Çığlığı üzerine konuştuk.

Bazı yazarlar, yazmak için değil de anlatmak için yazarlar gibi gelir bana. Gabriel García Márquez bunlardan biridir mesela. Senin öykülerini okurken de yaşayan birinin anlatımı gibi bir his alıyorum. Bu sözlü geleneğe işarettir aynı zamanda. Senin anlatımını besleyen sözlü geleneğin etkilerini sorsam? Ya da sadece gözlem gücü mü bu?

Çok doğru bir yerden soruyu sormuşsun sevgili Başak. Bütün derdim yaşanmış bir olayı, olguyu hikâyeleştirerek anlatmak. İnsanlar hikâyelere daha çok kulak verir ve onlar daha çok ilgisini çeker. Oysa anlatılan sadece kurgulanmış bir hikâye değildir özünde bir gerçeklik vardır. Bazıları kurguyu anlatıma oturtur. Ben de bunu yapmaya çalışıyorum. Anlatıma ağırlık vermemin sebebi aile geleneğine dayanır. Babam çok iyi bir anlatıcıydı. Çok sıradan bir hikâyeyi muhteşem bir şekilde anlatıma dönüştürürdü. İnsanlar saatlerce dinler, sıkılmazlardı. Bazen aynı konuyu defalarca anlatmasına rağmen sanki ilk kez anlatıyormuş gibi dinleyenleri biliyorum. Anlatımını mutlaka güncel bir konuyla bağlantılandırırdı. Uzun süre dinlemenin yoruculuğunu da bu şekilde atlatırdı. Bu vesileyle babamı da anmış olayım.

Yaşadığımız coğrafyada dengbêjlik geleneği çok güçlüydü. Dengbêjlerin sözlü anlatımı muhteşemdir. Hikâyelerimi yazarken o gelenekten çok etkilendiğimi düşünüyorum. Bu konuda kendimi çok şanslı his ediyorum çünkü çocukluğum dengbêjleri dinleyerek geçti. Her zaman dengbêjleri çok sevmiş, onlarla hasbihâl olmuş biri olarak öykündüğüm bu kaynağımdan bahsetmesem olmaz.

Edebiyatımızın ustası Márquez ile bitireyim ben de. Márquez kendi yerelinin hikâyelerini anlatarak edebiyat sahnesinin en saygın yerinde yerini aldı. Her edebiyatçı yerelinin hikâyelerini, destanlarını, romanlarını yazarak evrenselleşebilir ancak. Ben de karınca kararınca doğup büyüdüğüm coğrafyanın yaşanmışlıkları hikâyeleştirerek okuyucuya sunuyorum.

Muhabirlikle başladığın gazetecilikten ve sinema eğitimi almana kadar, her iki alanda da saha çalışmalarında bulunmanın öykü dilinde etkili olduğunu düşünüyorum. Farklı alanlar gibi görünseler de birbirini tamamlayan yanları var. Bir tür harman ve gözlem diyebiliriz. Biraz bundan bahseder misin?

Yazma serüvenim gazetecilikle başladı. Muhabirlik ya da haberci olmak, senin de çok iyi bildiğin gibi olup biten her şeye daha dikkatli, daha farklı bakmak demektir. Bu da zamanla olaylara bakış açımı değiştirmemi, daha iyi görmemi sağladı. Anlam yolculuğuma ciddi bir zenginlik kattı.

John Berger’in dediği gibi, “Bakmak ile görmek” arasındaki farkı daha iyi kavradım. Bu yanıyla gazetecilik mesleğim bana pek çok açıdan avantaj sağladı. Bu sayede insanların çarpıcı hikâyelerine tanıklık ettim. Zaman geçtikçe beynimin bir köşesine not ettiğim bu olayları hikâyeleştirerek okuyuculara sunmaya başladım.

Daha sonraki yıllarda Helsinki’ye taşındığımda görsel medya üzerine eğitim aldım. Bu eğitimin içinde sinema da vardı. Sinemayla yakınlığım burada başladı ve zamanla dünya sinemasına daha çok ilgi duydum.

Sinema hikâye yazma sürecime çok farklı bir anlam kattı. Yazdığım hikâyeleri genellikle görsel bir mantıkla kurguluyorum. Karakterlerin her hareketini, yüz ifadelerini, davranış biçimlerini zihnimde canlandırarak yazıyorum. Yazım süreci adeta bir film yönetmenliği gibi ilerliyor; karakterler hareket hâlinde oluyor. Sahneleri de yine biraz daha sinematik bir mekânda kurgulamaya çalışıyorum.

Öykülerdeki acı içselleştirilmiş gibi. Onu unutursak yaşayamayacakmışız gibi…Yası yaşamanın yollarından biri ona sahip çıkmaktır, diye bir söz vardır hani. Bu yanıyla Atların Çığlığı için yüzleşme kitabı, hatırlatma kitabı diyebilir miyiz?

Evet, buna yüzleşme de diyebiliriz, bellek oluşturma çabası da… Belki de en doğru tanım, bir farkındalık yaratma çabasıdır. Kitapta yer verdiğim öykülerin büyük bir kısmı, yaşanmış olaylardan yola çıkılarak kurgulandı ve okuyucuyla buluşturuldu. Örneğin, Atların Çığlığı adlı öykümde, Türkiye-İran sınırında kaçak mazot taşımak amacıyla kullanılan atların hikâyesini farklı bir şekilde kaleme aldım. Bu olayda iki ülkenin askerleri tarafından açılan ateş sonucu alev topuna dönen trajediyi, iki atın gözünden anlattım. Yine Nerede Bu Devlet? adlı öyküde, Hatay depreminde yükselen “Nerede bu devlet” çığlıklarını, belleğe kazıma amacıyla kalıcı olmasını istedim. Kitabın bütününde okuyucu, çarpıcı olayların birer hikâyeye dönüşerek karşısına çıkmasıyla yüzleşecektir diye düşünüyorum.

Atların Çığlığı üçüncü öykü kitabım. Öykülerimi mümkün olduğunca toplumcu bir bakış açısıyla ve gerçeklikten kopmadan yazmaya özen gösteriyorum. Çoğunlukla gerçek bir olaydan hareket ederek edebiyatın o büyülü gücünü de kullanarak anlatımı şekillendiriyorum. Bunu başarabiliyorsam büyük bir mutluluk kaynağıdır benim için.

Tüm öykülerde insanın özünde olan değerlere dokunuyorsun. Bu sadece yalnız bireyi değil, yalnızlaştırılmış, toplumun dışına itilmiş bireye ulaşmadır aynı zamanda. Bir tür varoluşsal sorgulamaların derinliği var. Bu anlatımını da daha çok kadınlar üzerinden yapıyorsun. Öykülerinde kadın nerede duruyor?

Yıllar önce senaryo hocamız şöyle bir ödev vermişti. “Herkes ilk önce başından geçen bir hikâye yazsın ve onu senaryolaştırsın.” Burada salık verildiği gibi insan önce kendi etrafında olup bitenden yola çıkar. Sonra onun etkilerinden diğerlerine uzanır. Benim yaptığım da biraz bu. Her şeyden önce toplumcu bir bakış açısıyla içinden geldiğim toplumun sosyolojisini, tarihini, coğrafyasını, acılarını, sevinçlerini yazmam gerektiğini düşünüyorum. İnsan  gidip görmediği yaşamadığı bilmediği yerlerin hikâyesini yazabilir mi bilmiyorum. İlginçtir, dönüp baktığımda yazdığım hikâyelerin çoğu kadere, kedere boğulan kadınların hikâyeleri. Hatta şöyle tarif ediyorum bunu. Örümcek ağı gibi sarmalanan kadınlar kaderleriyle baş başa bırakılmış. Çocukluğumdan beri şahit olduğum bu hikâyeler benim de sarmalımda. Ne yazık ki acıklı ve bir erkek yazar olarak kadın hikâyeleri yazıyor olmamdan dolayı zaman zaman eleştirilere de maruz kalmıyor değilim. Ben de sonu mutlulukla biten öyküler yazmayı elbette çok isterdim. Ancak yaşadıklarımız buna pek müsaade etmiyor. Bütün çabam okuyucuda farkındalık oluşsun diyedir.

Ne yazık ki sadece feodal ilişkilerin yaşam biçimimizi belirlediği kader ve kederden bahsetmek mümkün değil öykülerin geneline baktığımızda. Bunların üstünde bir de iktidar gücü var. Bu gücü anlatmanın avantajlı ve dezavantajlı yanları nelerdir?

İnsan öykü yazarken olayı, olguyu, gelişmeleri irdeler, sebep ve sonuçlarıyla ilgilenir. Bazen çok açık bir şekilde anlatır, bazen de ironik. Yazdığımız insan hikâyeleri olumlu ya da olumsuz, olup bitenden sadece hikâyenin baş karekteri sorumlu değildir mutlaka çevresel etkenler vardır ya da belirttiğin gibi iktidar erkinin ihmali ya da ihmalkârlığı, sorumluluğu vardır. Hiç kimse isteyerek yoksul olmamıştır, bunun sebepleri, nedenleri vardır. Ya da çaresiz bir kadının sorumluluğu sadece kendisi değildir.

Bir önceki kitabıma adını veren Besna öyküsü, Nazime Alır’ın yaşamından esinlenir mesela. Nazime Alır defalarca devletin farklı kurumlarının kapısını çalmasına rağmen ‘Kocandır döver de sever de’ mantığıyla evine geri yollanmıştır. Sonrasında öyküme konu da olan vahşet yaşanmıştır. Yine Nerede Bu Devlet adlı öykümde, deprem ihmalkârlığı yüzünden mağdur olup günlerce devleti bekleyenlerin hikâyesini örtülü bir şekilde yazdım. Ben bir şey yazarken avantaj ya da dezavantaj olarak bakmıyorum. Şunu belirteyim söz ettiğin devlet, iktidar aygıtı insan hayatının her alanına sirayet etmiştir.

Burada hemen aklıma Gerisi Teferruat, Kefen, yine sözünü ettiğin Nerede Bu Devlet öykülerindeki anlatım geldi. Diğerlerinde de yer yer var ama bunlarda dilin hicivli yanı daha ağır. Alaya alma var. Bu dilde yazmak zordur aslında. Eleştirirken eleştirilebilirsin de…Korkmadın mı?

Okuyucunun eleştirileri bir yazar için kıymetlidir. Öykü yazımında çeşitlilik önemlidir. İnsan hep aynı tonda gitmek istemez. Arada bol hicivli hikâyelerin olması bana da iyi geliyor. Bir şeyi yazmaya karar verdikten sonra zaten ne yaparsan yap yazıyorsun. Hatta bazen yazmak istemesen de o hikâye gelir, sana kendini yazdırır. “Beni yaz” der adeta. Yazıldıktan sonra da artık her şey okuyucuya kalır. Edebiyatın temel amaçlarından biri de eleştirel yaklaşmaktır ve yazar eleştiriyi göze alabilmelidir. Okuyucudan gelecek her eleştiri, yazarın daha iyi yazmasına vesile olur.

Ağlayan Kilim öyküsünde Sultan’ın kedersizliğine kader de eklenir ve kocasının ölümüyle namusu tüm toplumun sorunu haline gelir. Ölen kocanın evli olan abisiyle evlendirilir. Sultan’ın mutsuzluğunu, toplumun dayattıklarını, kilime dokunan desenlerle anlatman sanki bir ressamın fırçasından çıkmış gibi?

Çok etkilendiğim öykülerimden biri Ağlayan Kilim benim de. Önce bu öykünün nasıl şekillendiğine değineyim. Yurtdışında yaşadığım bir süreçti. Uzun bir süre memleketime gidememiştim. Sonunda memleket hasreti içinde sıcak bir yaz günü doğduğum köye ulaştım. Aynı gün içerisinde köy meydanına bir kamyonet geldi, üstünde bir megafon, tiz sesli bir kadın “Evinizdeki eski halı ve kilimleri getirin, size yepyeni setirler verelim,” anonsunu yapıyordu. Kadın aynı cümleyi bağıra bağıra tekrar tekrar söylüyordu. Genç kadınlar, gelinler koştura koştura evlerindeki bir ömürlük kilimleri taşıyıp kamyonun üstüne fırlatıyorlardı. Yerine de naylon hasırlar alıyorlardı. İnsanın kendine nasıl da yabancılaştığını büyük bir acıyla izledim o gün. Aylarca emeğini, göz nurunu akıta akıta dokuyan yaşlı ninelerin itirazlarını ise kimse duymuyordu bile. İşte orada oluştu bu öyküyü yazma fikri. Sultan adında bir karakter oluşturdum. Çok farklı yaşanmış olayları da bir araya getirerek uzun bir hikâye ortaya çıktı. Büyük bir emekle ilmek ilmek işlenen o halı ve kilimlerin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaya çalıştım. ‘Bir ressamın fırçasından çıkma’ tadında bir öykü oluşmuşsa beni ziyadesiyle mutlu eder.

Kitaba adını veren Atların Çığlığı ile bitirelim. Hissi ağır bir öykü. Roboski’yi çağrıştırıyor ilk anda. Yaşamın akışında normal saydıklarımızla saymadıklarımızın toplamı. Kimdir Nazlı? Neyi temsil eder? İki atın dostluğuna sığdırılan gerçeklik ve yakılan gerçeklik? Aklımda sorular, sorular….

Yaşadığımız coğrafyada sadece insanlar değil tüm canlılar ağır bedeller ödüyor ne yazık ki. Dünya üzerindeki çatışmaların en büyük mağdurları her zaman savunmasız olanlardır. Hatırlattığın Roboskî bunun en bariz örneklerinden biridir. Sınır kaçakçılığı yapmak zorunda bırakılan yoksul Kürt köylülerinin kanı, yük taşıyan atların ve katırların kanıyla karışarak aktı Roboskî’de. İran sınırında kaçakçılık yapan yoksul Kürtlerin durumu da bundan pek farklı değil.

Uzun süredir aklımda böyle bir hikâye yazma arzusu vardı. Sonunda bu hikâyeyi iki atın gözünden, onların dünyasından, onların diliyle yazmaya karar verdim. Hikâyemizin başkahramanı Nazlı, henüz hayatının baharındayken kaçakçılar tarafından uzak bir bölgeden alınarak mazot taşımaya zorlanıyor. Nazlı’nın çok iyi anlaştığı hemcinsiyle olan gönüldaşlığı… Elbette hikâyenin tüm ayrıntılarını burada anlatmak zor; merak eden okuyucunun kitabı okuyarak bu dünyaya adım atmasını arzu ederim.

Atlara dair kısa bir anekdot aktarayım: Ünlü fotoğraf sanatçısı Sebastião Salgado’nun hayatını konu alan Toprağın Tuzu adlı belgeseli izlemiştim. Irak’ın devrik lideri Saddam Hüseyin, Kuveyt’i işgal ettiğinde, kraliyet ailesine ait atların yanan petrol çukurlarının içinde nasıl çaresiz kaldığını görmüştüm. Bu görüntü beni derinden etkilemişti. Belki de Atların Çığlığı öyküsünü yazma isteğimin temel kaynaklarından biridir bu. Bu vesileyle, sevgili Salgado’yu minnetle anıyorum.

edebiyathaber.net (3 Haziran 2025)

Yazının Tamamını Oku