Sözün Ardı/Önü: 92Yazdıkça Görülen: (36) Günsüz Günceler: IX Bekleyen Gün | Feridun Andaç

2 hafta önce 4

Mart 2018

                                                          “Gerçek sürgün bir nihai kayıp durumuysa, bu kayıp 

                                                          neden bu denli kolayca modern kültürün güçlü, hatta 

                                                         zenginleştirici bir motifi haline gelmiştir.”

                                                        Edward Said

Bir göktaşı gibi gelip konmuştu hayatına. Ve bir akkor gibi de ışıldıyordu. Baktıkça ona yüzünün rengi değişiyor, ruhunun gözenekleri açılıyor, kanatlanıyordun varlığına doğru.

Oysa daha dindirerek yazmalıydın ona. Kırılganlığını biliyordun. Bir ân kapanabilirdi. Kırılgan zamanlar yaratmadan gitmelisin ona.

Dün yazdıklarından satır başı olacakları çıkarıp tek tek açıp yazmak istiyorsun. Böylece aranızdaki anlaşılamama çizgisini de aşabilirsiniz.

Bilmesi gerekenlerin bir bölümünü aktarmıştın ki, hem dikkatli olsun hem de bir uyarı! Her şeye çok saf/duru/içtenlikle yaklaşıyor. Ama dış dünya, insan ilişkileri hiç de öyle değil. Örselenmek bu çağın yazgısı…

Direncini kırmak yerine daha da hırslanarak çalışmasına sarılsın istiyorsun. “Bu benim işim,” diyerek; ayıklayarak yol alsın. Şimdi sana kızmış olabilir, ama ileride bu uyarının değerini görecektir.

Seni bazı konularda anlamamaktaki ısrarcılığı, biraz da böylesi durumları yaratıyor. Oysa ona dönük bakışının önceliğini görmesi gerek. Şunca uzaktaki biri neden bunca özeni göstersin, sorması gerek bunu da kendine. İşsiz güçsüz, vakti bol gün yirmi dört saat yapacak hiçbir şeyi yok, önüne  “oyuncağı”nı almış oyalanıyor!

Böyle bakmadığını bilsen de, o hoyratlığı kimi yerlerde incitiyor seni.

Evet, artık “sus kalbim,” de; ve de uzaklaş…          

Kendi zamanın yolcusudur yazan biri. Öteki ses ise yorucu, üstelik ırmaklar akıp giderken sığlaşmak niye?!

Düşüncenin Canı!

Bazen “o neden böyle” diye düşünürüm. Yani bütün bu kırılganlıkları, güvensizlikleri onda var eden nedir? Zaman zaman dersin ya, “tedavi mi gerek” diye… Sanırım sorun/çözüm bu değil, insanın kendini tanıması/anlaması. Bütün bu son durumu görüp anlayınca, şuna vardım:  Duygu olarak sana yakın durursa da, sanki kendi engellerini aşması güç!  Yani oradaki paylaşım, güven, beklenti, ortak bilinç akıl oluşturmalar, yakınlıklar onun hayatındaki ağırlıkları kaldırarak daha kendi olmasını sağlayabileceği gibi, kendini yazısına/araştırmasına ve okumalarına, en temel uğraşına verebilecek.

Yani özcesi, onun yaşamına/bakışına/dünyayı algılayışına çok uzak birine dönük bir duyum/duruş da değil bu üstelik. Az çok tanıdın sana öteden bakan sesi. Nasıl baktığını, gördüğünü. Önünüzde bir engel değil, tam tersi yaşama biçiminizi kolaylaştıran düşüncelerde biri var…Bu sen de olabilirsin, bir başkası da; o gösterilen fotoğraflarda yansıyan bakış üzerine yorumunu hatırlıyorsun şimdi. Bir Latin bakışın yansıttıklarına dair söylediklerin, bunların onanması…

Dünyanın neresinde olursanız olun bu duygu düşünce ortaklığı aranızdaki birisizliği de ortadan kaldırır. Ve de sizi daha da özgürleştirir.

Gittiğiniz yerde, her durumda koşulda bu tür şeylerin de muhatabı olmazsınız. Ne demiştin ona: Şunu gerektiği yerde söylüyorum: “Benim yolumu aydınlatan bir tutku, uğraş var. Kendi yolum, patikam…” Bu da insanların ikinci bir cümle kurmasını engelliyor. Çünkü ötesi ancak seni, senin duygu ve düşüncelerini ilgilendiriyor Gerçekten senin o düşüncelere/duygulara nasıl baktığınla ilgilidir bu.

Kafka’ya Dönüş…

Gelelim bunca yazdıklarıma. Şimdi Kafka’nın Felice’ye yazdıklarını aldım önüme. Bir de Canetti’nin Öbür Dava Kafka’nın Felice’ye Mektupları Üzerine  kitabını. Ki, çıkacak Canetti kitabımda buna bir bölüm ayırmıştım. Şimdi tutup bunları yeniden okuyacak değilim. Kitaplara dokunarak, şöyle bir göz atarak ona yazılanları düşünüyorum ister istemez. Bu soy yazdıklarımı da, Kafka’nın yazdıklarından çok yazdım. Ama bunlar günün birinde bir şey olur diye asla düşünmedim. Duygularımı, düşüncelerimi ve kalbimi koyarak yazdım.

Dün izlediğim “Plantom Theread” filminden:

Alma:

“Reynolds hayallerimi gerçek kıldı, bende karşılığında ona en çok arzuladığı şeyi verdim.”

-Nedir o?

“Her zerremi.”

Sevmek böyle mi olmalı gerçekten?!

Zaman Dengesi

Eve şimdi dönebildim. Gene günün yoğunluğu. Neyse ki akşamüstü Nilgün’le (Şimşek) buluşup İnci Abla’ya (Bilgin) gidebildik o trafik keşmekeşinde. Ben aracımı Kanyon’a bıraktım, beni orada bekliyordu. Sonra şoförü gelince onun araçla gittik. Yol boyunca onun Kanada’daki günlerini konuştuk. Eve vardığımızda İnci Abla birlikte yaşadığı kardeşi Emel’le bizi bekliyordular.

İnci Abla’nın öyküsü ilginçtir. Ama o öykünün diğer bir ilginç, sıradışı yanı büyük bir aşk yaşayarak evlendiği Vural’ın öyküsüdür.

İkisi de eczacılık okumuştur, ama o sıralardaki başlayan yakınlık asıl Malatya’da ikisinin de eczanesinin varlığıyla yollarını buluşturur. Vural, dönemin taşra aydını, entelektüel biri, sıradışı üstelik. Ölüme koşarak gitmesi de öyle. İnci’den büyüktür. 1962’de başlayan öykü 1979’da Vural’ın trajik sonuyla biter. Aslında bitmez! İnci alır onun hayatının bütün zamanlarına yayar. 2008’de eczaneleri kapatır, Ankara’ya gelir DTCF’de Rus Dili ve Edebiyatı okur. Yozgat’tan çıkıp gelen bu kız parıltılı biridir. Ailedeki herkese okutur, kız erkek demeden. 2007’de Vural’ın ona yazdığı o benzersiz mektupları kitaplaştırır “İnci” adıyla. Doğrusu mektupları okuduğumda Nilgün’e Vural’ın bir roman kahramanı olduğunu anlatmıştım. Taşra ruhu/aydını, bir dönemin ışıltılı bilincini taşıyan romantik bir devrimci. Yazılası bir yanı vardı, Nilgün de bunu daha çok İnci ablanın bilinci/bakışıyla yazdı. İyi bir roman çıkardı. Ama Vural’a yeterince erişemedi sanki! Çünkü öyle birini ben de tanımıştım taşrada, Uğur Karabulut. 68 Kuşağı’ndandı o da. Lisede öğrenciyken bize dokunmuştu. Halkevi’nde birlikte tiyatro yapmıştık. Olur belediye başkanın oğluydu. Flaneur biriydi. Tutup o karmaşa ortamında Erzurum’da Emre Kitabevi adıyla bir kitapçı dükkânı açmıştı. Ama seçilmiş kitapları satıyordu. Kentin ilerici aydınlarının uğrak yeriydi. Buranın ve Uğur’un ekseninde gezinen bir dolu olay bir anda belleğime üşüştü. Belki o dönemimize ait fotoğrafları ortaya çıkarabilirsen size iletirim.

Gerçekten adı gibi birisidir İnci Abla. O da yazmakta ve resim yapmaktadır artık. Nilgün, onun bu buruk, bir o kadar da renkli öyküsünü Kesin ki Seni Seviyorum kitabında romanlaştırmaya başladığında her aşamasında konuşup ettik. Güzel bir romandır. Aşk ötesi bir ilişki. Anadolu aydınının tarihine önemli bir kayıt düşmektir bu aynı zamanda. Sizin de okuma listenize girebilecek bir roman üstelik.

Ben, onca şey görmüş geçirmiş (1939 doğumlu) İnci Abla’ya “yaşam hovardası” derim. O da bu sözümü pek gülümseyerek karşılar. Bugün de yemek masasında bol bol takıldım kendisine. Ama içinde derin bir hüznün olduğunu her haliyle anlarsınız, onca yıl geçmesine karşın. İnsanlara kol kanat germesi, çıkıp geldiği Yozgat, yatılı okuduğu Kandilli Kız Lisesi anıları… Uzun uzun konuştuk bunları. Vural’ın edebiyat ortamındaki dostlukları; gençlik arkadaşları Muzaffer Erdost, Orhan Duru… Ve elbette ki onun taşradaki Sağlık Eczanesi o dönemi yaşayanların belleklerinde iz bırakmış.

Bizim ara ara bu buluşmalarımız birer yolculuk gibidir. Yaşanmışlıklara, anılara, yaşanan kentlere olduğu kadar güncel konulara ve edebiyata/yazılıp edilenlere de dönüktür. Bu kez de bunların yanı sıra yapısalcılık üzerine konuştuk epeyce. Ayrılırken karar kıldık, yeni bir buluşmada Tahsin Yücel’den bir öyküyü bu yöntemle çözümleyip üzerinde konuşalım. Bir yapıtın kendisi için kendi içinde irdelenmesi…Dil/anlam, ve izleksel yapının çözümlenmesi… Yani yapısalcılığı bir çözümleme yöntemi olarak ele alıp yapıtın dilse/anlamsal/göstergesel olarak irdelenip metne başvurarak içerik/biçim çözümlemesi yapmak. Aslında bu kurguyla uğraşan için öğretici bir çalışma.

Bu tür buluşmaları yazdığım çok enderdir. Bizim edebiyatımızda Muzaffer Buyrukçu’nun günlükleri çok önemlidir. Buyrukçu’yu yakından tanımış, yayıncısı da olmuştum. Bu günlükleri edebiyatımız bir bakıma belleğidir. Sanırım birkaç günlüğünde bizim onunla buluşmalarımız/konuşmalarımız da vardır. Cemal Süreya’nın yakın dostuydu. İstanbul-Ankara arasında yaşardı. Hayatında iki kadın vardı, biri geleneksel evlilikti, diğeri Ankara’da özlediği bir hayatı ona taşıyan monden bir kadındı! Bir gün Taşlıtarla’daki evine gittiğimde oradaki gecekondu vari hayatını ve bu eşini tanımış üzülmüştüm böylesi bir yaratıcı adına. Yaşadığı bir tür tutsaklık/bağımlılıktı. Çok sıradan bir hayatın içinden gelmişti, ama yazınsal yaratıcılığı önemliydi. Özellikle öykülere. Ve Gürültülü Birkaç Saat, Bir Olayın Başlangıcı adlı romanları önemlidir. Bugün yazan çoğu insan onun bu edebî birikiminin çok da farkında değildir.

Dillerinde Dünya, Arkası Yarın, Sayılı Günler, Anında Görüntü  güncelerinin değeri de sanırım ileride daha çok anlaşılacaktır.

Bazen, edebiyatımızda bu tanıdığım insanları uzun uzun yazmak istedim. Hatta bir dergide de birkaç sayı yazdım anı değil, portre de değil; onların hem yazınsal kişilikleri hem de ortak anlara yansıyan izdüşümlerini ele aldım.

Epey zaman önce Juan Benet’in 1950’lerde Madrid’de Sonbahar’ını okuduğumda da aklıma hem yazınsal hem de yaşamsal yakınlık kurduğum on yazarı anlatan bir kitap yazmak istemiştim. Yani tanıdığım, ortak zaman/anısal birikim taşıdığımız… Birkaç liste de yapsam, çoğunu tek tek yazı olarak yazdım ihtimal. Bu da beni kitap kurma duygusundan uzaklaştırdı. Oysa zihinsel olarak buna hazır olmalı artık bir dönem sonra insan, ve oturup yazmalı. Galiba bunlardı dönüp dönüp size yazdıkça önüme gelenlere kapanıp o tasarladığım birkaç kitabı yazıp çıkarmalıyım.

Bazen bu uğraşıları sürdürürken ötemde süren hayatın içinden akıp gelen, yazıp/düşünen/yaratan birinin gelip bana dokunması hep istemişimdir. Olanlar olmuştur kuşkusuz, ama bir tını yaratıp paylaşanı, hatta anlayarak alıp ötelere taşıyanı… Yani süreklilik sağlayanına kapı aralamayı pek düşünmedim nedense. Uyum izcinde uyumsuzluk yaşarım korkusu muydu, ya da başka bir şey mi çok da düşünmeyerek hemen kapanıyordum nedense.

Oysa insan insanı alıp taşımalı duyguda düşüncede bir yerlere… Sanırım bunu da biriktirerek yaşadığında daha iyi öğreniyor.

Şimdi bu geceki yemekte de buna benzer şeyler konuştuk. Gene de içimde beni ıslah etmeyen bir duygu vardı, böylesi hayatları istemiyordum.

edebiyathaber.net (27 Mayıs 2025)

Yazının Tamamını Oku